Basına Yönelik Saldırılar
Türkiye’nin en tanınmış siyasi köşe yazarı ve yorumcularından biri olan Nuray Mert, uzun süredir hükümeti eleştiriyordu ancak Mert’in hükümetin Kürt politikalarına yönelik geçen sene dile getirdiği itirazlar, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a göre çizmeyi aştı. Erdoğan’ın Nuray Mert’i hedef alan ve hain olduğunu ima eden saldırgan sözleri üzerine Mert, güvenliğini tehdit edecek kadar ağır saldırıların hedefi oldu. Siyasi hassasiyetler nedeniyle patronları televizyon programını ve gazetedeki köşesini iptal etti.
Nuray Mert, bu raporda yer alan kişisel açıklamasında “Birçok şekilde tehdit edildiğimi hisediyorum” diyor. “Nef-ret dolu cinsiyetçi mesajlar alıyorum; seyahat ettiğimde esrarengiz bir biçimde bavulum karıştırılıyor; özel telefon görüşmelerim dinleniyor.” Ama yine de Nuray Mert, Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) ve daha önceki iktidarların icraatlarına meydan okumaya cüret eden birçok gazeteciden çok daha şanslı olduğunu söylüyor.
Türkiyeli yetkililer basın özgürlüğüne karşı, yakın tarihteki, dünyanın en geniş kapsamlı operasyonunu sürdürüyor. CPJ’nin Ağustos 2012’de sürdürmekte olduğu kapsamlı araştırma sırasında, en az 76 gazeteci hapisteydi ve neredeyse tamamı devlete karşı işlenen suçlarla itham ediliyordu. Dörtte üçünden fazlası henüz herhangi bir suçtan hüküm giymemiş olmasına rağmen, aylardır ve hatta yıllardır tutuklu bulunuyor; bazılarının duruşmaları henüz başlamamış, bazılarınınki ise sürüyor. Çok sayıda gazeteci hakkında ise eleştirel yazıları nedeniyle “Türklüğü aşağılamak” veya “yargıyı etkilemek” suçlarıyla -birçok durumda birden fazla- kovuşturma devam ediyor. Türkiye’deki basın kuruluşlarının tahminlerine göre, 2011 sonunda ülke çapında gazeteciler hakkında açılmış dava sayısı 3.000 – 5.000 arasındaydı. Basına karşı yürütülen bu kampanyaya, gazetecilere karşı çok sayıda hakaret davası açan Erdoğan öncülük ederken, O ve hükümeti, medya kuruluşlarına eleştirel yazılar yazan personellerini dizginlemeleri için baskı yapıyor. Tüm bunların sonucunda oto-sansür yaygınlaşıyor, finansal, mesleki ya da hukuki bir misillemeyle karşı karşıya kalmaktan korkan medya organları ve gazeteciler, Kürt meselesi ve basın özgürlüğüne yönelik baskılar gibi hassas konulara dokunmamaya gayret ediyorlar.
Doğruyu söylemenin onuru
İnsan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğünün geliştirilmesi için çalışan Açık Toplum Vakfı-Türkiye’nin Başkanı Hakan Altınay “Başbakan’ın kullandığı ton önemli bir faktör. Bize hangi gazeteleri okumamızı istemediğini söyledi. Medya kuruluşlarının sahiplerine aynı fikirde olmadıkları muhabirleri ya da köşe yazarlarını kovmaları gerektiğini söyledi-ve birçoğu da bunu yaptı” dedi. “Ayrıca, Başbakan Erdoğan’ın, ‘muhalif bir sesten bir şey öğrendim’ dediğini veya kendini eleştiren birine olası bir yanlışı farketmesini sağladığı için teşekkür ettiğini hiç duymamamız da önemli bir nokta.”
AK Parti, Temmuz 2012’de yargı sisteminden ulusal güvenliğe ve “kamu düzeni, kamu ahlakı [ve] başkalarının hakları” gibi muğlak konulara kadar kamusal hayatın büyük bir bölümünün haberleştirilmesini kısıtlayacak bir anayasal değişiklik teklifinde bulunarak medya üzerindeki baskısını arttıracağınin sinyallerini verdi.
CPJ, mahkeme belgeleri ve Adalet Bakanlığı kayıtlarının yanı sıra, davalarla ilgili sanık ve avukatlarla yaptığı görüşmelere dayanarak yaptığı analizle, 1 Ağustos 2012 tarihinde halen hapiste bulunan 76 gazeteciden, en az 61’inin, doğrudan gazetecilik faaliyetleri yüzünden hapsedildiği sonucuna vardı. Diğer 15 gazeteciyle ilgili veriler daha muğlak ve CPJ bu gazetecilerin tutuklanma sebeplerini araştırmaya devam ediyor.
Türkiye’de şu an yaşanan durum, CPJ’nin hapisteki gazetecilerin kaydını tutmuş olduğu 27 yıl boyunca gördüğü en büyük baskı operasyonlarından biri. Basına karşı bugün yürütülmekte olan kampanyayı daha önce yine Türkiye’nin kendisi geçmişti. 1996 yılında Kürt basınına yönelik baskıların arttığı dönemde, Türkiye’de yetkililer 78 gazeteciyi doğrudan meslekleriyle bağlantılı sebeplerle gözaltına almıştı. Türkiye’nin hapis gazeteci çetelesi dünya çapında kendinden sonra gelen en baskıcı ülkelerdeki sayıları fersah fersah geçiyor. CPJ Aralık 2011’de hapisteki gazetecilerin sayımını yaptığında, İran’da 42, Eritre’de 28 ve Çin’de 27 gazeteci parmaklıklar ardında tutuluyordu. CPJ’nin Türkiye’deki tutukluluklarla ilgili incelemelerine göre son iki yılda baskı daha da arttı: Tutuklu gazetecilerin üçte ikisi 2011 veya 2012’de gözaltına alınmış durumda.
Türkiye’de tutuklu bulunanların yüzde yetmişten biraz fazlası yasadışı Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) ve Kürdistan Topluluklar Birliği’nin (KCK) görüş ve faaliyetleriyle ilgili haberler yaptıkları için terör örgütüne yardım etmekle suçlanan Kürt gazetecilerden oluşuyor. Kalan tutuklu gazetecilerin neredeyse tamamı ise hükümet karşıtı komplolara karıştıkları ya da yasadışı siyasi hareketlere üye oldukları iddialarıyla karşı karşıyalar. Bazıları ise savcıların askeri darbe marifetiyle hükümeti devirmeyi amaçlayan karanlık bir komplo olarak tarif ettikleri Ergenekon çetesiyle bağlantılandırılıyor. Hükümetin teorisine göre, gazeteciler yaptıkları haberlerle toplumsal kaos yaratarak darbeye elverişli ortam hazırlamayı amaçlıyordu.
Dava dosyalarını inceleyen CPJ, adil yargılama ve hukuk kurallarını ihlal eden çok sayıda unsur buldu. Gazetecilerin uzun süre tutuklu kalmaları, pratikte, onları sadece suç isnadına dayanarak ağır cezaya maruz bırakmak anlamına geliyor. Örneğin sol tandanslı Özgür Radyo’nun Genel Müdürü Füsun Erdoğan hala karar çıkmadan devam eden dava nedeniyle altı yıldır hapiste. Kürt gazetecilerin davalarında, hakimler ve kolluk görevlileri sanıkların anadilleri olan Kürtçe’de ifade vermelerine genellikle izin vermiyor. Oysa başka suçlarla yargılanan sanıklara dil desteği genellikle sağlanıyor. Savunma avukatı Özcan Kılıç, CPJ’ye “Uyuşturucu kaçakçılığı gibi davalarda çevirmen getiriyorlar ama bu tür davalar için bunu yapmıyorlar” dedi.
İddianameler, mülakatlar ve haberlere bakıldığında, hükümetin, yetkililerce saldırgan bulunan görüşleri yayınlayan gazetecileri hapsetmeye kararlı olduğu ortaya çıkıyor. Örneğin PKK ile ilgili haber yapmak, örgüte yardımla aynı anlama geliyor. Temel haber yapma faaliyetleri -tüyo almak, habere göndermek, meslektaşlarıyla bilgi paylaşmak- bu gazeteciler için terör fiilleri olarak nitelendiriliyor. KCK temsilcilerinden hükümetin kendi güvenlik görevlilerine kadar “yanlış kişilerle” yapılan röportajlar suç delili olarak kullanılıyor. Davaların tümünde belli fikirlerin ifade edilmesi ve belli kitapların, gazetelerin ve dergilerin bulundurulması suç teşkil ediyor. İddianamelerde Orwell-vari suçlamalar yer alıyor; yani, bir gazeteci şüpheli olarak tespit ediliyor ve sonra diğer bir gazeteci de ilkiyle irtibata geçtiği için şüpheli olarak değerlendiriliyor. Ergenekon davasında hükümet bu oluşumu o denli geniş ve muğlak bir biçimde tanımlıyor ki, Ergenekon’u eleştiren Nedim Şener ve Ahmet Şık gibi tanınmış araştırmacı gazeteciler bile bu davayla bağlantılandırılabiliyor.
Başbakan Erdoğan’dan bir yanıt bekleyen CPJ’ye, Türkiye’nin ABD büyükelçisi Namık Tan’dan cevap geldi. CPJ’ye Haziran ayında yazdığı mektubunda Tan, hükümetinin Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ile müzakere ederek reformlar gerçekleştirdiğine vurgu yapıyor. Tamamı bu raporun ekinde yer alan yanıtında Tan, 2008 yılında yapılan bir değişikliğe dikkat çekerek, “Türklüğe hakareti” suç sayan yasa uyarınca dava açılmasının Adalet Bakanı’nın iznine bağlandığını belirtiyor. Ayrıca Temmuz ayında Meclis’ten geçen 2012 yargı paketine de vurgu yapıyor. Yeni yasal düzenlemelerle bazı suçların cezaları azalıyor, propaganda aracı olmakla suçlanan dergilerin sansürlenmesi sona eriyor ve devlete karşı işlenen suçlarla terör suçlarını yargılayan sistemde değişiklik yapılıyor.
Tan, hapisteki gazetecilerin “büyük çoğunluğunun… meslekleriyle ilgili değil, ülkemizin güvenliği ve bütünlüğüyle ilgili” suçlarla yargılandıklarını söylüyor. Her ne kadar hakkında hüküm verilmemiş tutuklular için masumiyet karinesinin geçerli olduğunu ifade etse de, Tan bu tutuklulukları basın özgürlüğünün ihlali olarak değerlendirmenin “adaletsiz ve yanlış” olacağını belirtiyor.
Adalet Bakanı Sadullah Ergin de CPJ’nin görüş isteğine benzer bir şekilde karşılık verdi. Bu raporun ekinde tamamı yayınlanan mektubunda Ergin, “Biz hükümet olarak, gazeteci olsun olmasın, tek bir kişinin bile düşünceleri ya da söyledikleri yüzünden mağdur olmasını istemeyiz” diyor. Ancak Türkiye’nin, ifade özgürlüğünün korunmasıyla “şiddetin övülmesi ve terör propagandası yapılması”nın yasaklanması arasındaki dengeyi koruması gerektiğini söyleyerek gazetecilere yönelik adli soruşturmaları savunuyor. Ne Ergin ne de Tan CPJ’ye gönderdikleri yanıtlarda AK Parti’nin ifade özgürlüğünü kısıtlayan anayasa değişikliği önerisine değiniyorlar. İdari yetkililer de CPJ’nin bu planla ilgili sorularına yanıt vermediler.
Tarihi askeri darbelerle dolu olan Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesinin gölgesi bugünün olaylarının üstünde hissediliyor. 1980 darbesiyle ilgili olağan söylem olan ordunun darbe yapmak için siyasi gerilim yarattığı ifadesi, Erdoğan hükümetinin, Ergenekon komplocularının toplumsal karmaşayı teşvik ettiklerine dair yaygın olarak dile getirdiği iddialarında da kendine yer buluyor. Darbeden sonra tesis edilen -ve büyük bölümü hala yürürlükte olan- geniş, içtimai ve baskıcı yargısal yapı ve sürmekte olan Kürt isyanı Erdoğan hükümeti dâhil, birbiri ardına gelen yönetimlerin muhalefeti cezalandırmasına, entelektüel rakiplerini terörist olmakla suçlamasına ve kendilerini eleştiren gazetecileri dalga dalga hapse atmasına olanak sağladı.
Tanınmış bir gazeteci olan Kanal D haber dairesi yayın yönetmeni Mehmet Ali Birand, “Hükümetin hala modası geçmiş 12 Eylül dönemi yasalarını kullandığını” ifade etti. “Yasalar öylesine muğlak bir biçimde kaleme alınıyor ki her türlü yoruma açık oluyor. Bir yargıç soldan ele alırken diğeri sağdan bakıyor. Hiç bilemiyorsunuz. Bu yüzden de sürekli öyle ya da böyle başımızı belaya sokacağız diye korkuyoruz.”
Basın özgürlüğü ile ilgili bir dernek olan Medya Derneği’nin Genel Sekreteri Deniz Ergürel de darbe sonrası kurulan hukuki yapıların bugünkü baskının ana sebebi olduğunu dile getirdi. “Hala askeri darbenin hemen sonrasında kaleme alınmış bir anayasa yürürlükte” diyen Ergürel, “Daha özgürlükçü, demokratik ve çoğulcu bir anayasaya ihtiyacımız var. Yürürlükteki anayasa zor zamanlarda hazırlanmıştı ve ifade özgürlüğü dahil bir çok ihtilaflı unsur barındırıyor. Ayrıca daha iyi, daha demokratik terörle mücadele yasalarına ihtiyacımız var.”
Türkiye’nin -ayrı ayrı ve birlikte uygulanabilen- Ceza Kanunu, Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu, neyin terör suçu veya terör örgütleriyle bağlantılı olmak suçu olduğuna dair geniş bir yorum fırsatı veriyor. Gazeteciler hakkındaki suçlamalar Ceza Kanunu’nda “bir örgüt adına suç işleme”yi düzenleyen Madde 220.6, “bilerek ve isteyerek bir örgüte yardım ve yataklık yapma”yla ilgili Madde 220.7 ve “örgütün ya da amacının propagandasını yapma” suçunu düzenleyen 220.8. madde bağlamında yapılıyor. 1 Ağustos 2012 itibariyle hapisteki gazetecilerin yüzde doksan beşten fazlası bu tür ağır suçlarla itham edilmekteydi.
CPJ’nin yaptığı analiz, Terörle Mücadele Kanunu’nun hem geçmişte, hem de son iki yıldır Kürt gazetecilere karşı bir sopa gibi kullanıldığını ortaya koyuyor. Mesela, ülkedeki tamamı Kürtçe yayınlanan tek gazete olan Azadiya Welat‘ın Genel Yayın Yönetmeni Tayip Temel hakkında yasadışı KCK örgütüne üye olmak suçundan 22 yıl hapis cezası isteniyor. Hükümetin sunduğu kanıtlar ise Temel’in basılmış işleri, meslektaşları ve aralarında iki Kürt siyasi partisinin üyelerinin de bulunduğu haber kaynaklarıyla yaptığı telefon görüşmelerinin dinlenmesiyle hazırlanmış tapeler. Temel, hapisten yazdığı ve Ocak 2012’de bağımsız haber portalı Bianet‘te yayınlanan mektubunda şöyle diyor: “Yazılarım, yazışmalar, manşet tartışmaları, muhabirlerden haber ve görüntü istemem, ‘talimat’ ve ‘örgütsel faaliyet’ olarak tanımlanmış ve örgüt yöneticiliği ile suçlanmaktayım.”
Temel’inki gibi terör suçları ve devlete karşı işlenen suçların söz konusu olduğu davalar, Ceza Muhakemeleri Kanunu tarafından özel yetkiyle donatılmış ve sanıkların aleyhine işleyen “özel yetkili mahkemelerde” görülüyor. Bu özel mahkemeler zanlıları aylarca ve hatta yıllarca mahkemeye çıkarmadan hapiste tutma yetkisine sahip. Tutukluları incommunicado (her türlü iletişimden koparılmış halde) tutabilir, savunma avukatına erişimini kısıtlayabilir, tutuklularla avukatları arasındaki iletişimi engelleyebilir ya da filtre edebilir ve sanığın dava dosyasına erişimini kısıtlayabilir. Bu yetkiler hukuk usullerini hiçe saymakta, masumiyet karinesini yok etmekte ve ibreyi ağırlıklı olarak devlet lehine çevirmektedir. Temmuz 2012’de hukuk kurallarının ihlal edildiğine dair çok sayıda eleştirinin gelmesi üzerine Meclis, özel mahkemeleri kaldıran bir yargı paketini kabul etti. Ancak özel yetkili mahkemelerin hali hazırda bakmakta olduğu davalar bu yasa değişikliğinden etkilenmedi; bu mahkemeler şu anda ellerinde olan dosyalara bakmaya devam edecekler.
Temmuz 2012 tarihli yargı paketi, “devlete karşı işlenen suçlar” adı altında yapılan yaygın ve çok yönlü yargılamaların detaylarını ifşa etmeye çalışan gazetecilere karşı kullanılan “soruşturmanın gizliliğini ihlal etmek” ve “adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” gibi suçlar için öngörülen cezalarda da indirim yaptı. Ek olarak bu yasayla birlikte, mahkemelerin ve savcıların, “terör örgütü propagandası yaptığı” iddiasıyla dergilerin yayınlarını yasaklama yetkileri de ellerinden alındı.
CPJ’nin Türkiyeli avukatlarla müzakere ederek yaptığı analiz bu reformların oldukça alçak gönüllü olduğunu gösteriyor. Örneğin değişikliklerden biri mahkemeye gazetecilerin yargılanmasını erteleme yetkisi veriyor, ancak sanığın aynı suçu üç sene içinde bir daha işlememesi koşuluyla. Böylece gazeteci, başını belaya sokan konularla ilgili oto-sansür uygularsa, cezai kovuşturmadan muaf olabiliyor.
En önemlisi, Temmuz ayında kabul edilen reformlar ne yazık ki eleştirel haberleri ve muhalif görüşleri susturmak için mütemadiyen kullanılan terörle mücadele ve ceza kanunlarındaki geniş, muğlak üslubu kaldıracak şekilde kökten bir değişiklik getirmiyor. Ayrıca bu değişiklikler, yapılan her yeni reformun daha baskıcı bir adımla önünün kesilebileceği bir siyasi ortamda yapılıyor. Yargı paketinin Temmuz’da kabul edilmesinden sadece birkaç gün sonra AK Parti, basın özgürlüğünün “milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel ahlakın, başkalarının haklarının, özel veya aile hayatının korunması, suçların önlenmesi, yargının bağımsızlık ve tarafsızlığının sağlanması, savaş kışkırtıcılığının, her türlü ayrımcılık, düşmanlık veya kin ve nefret savunuculuğunun engellenmesi amaçlarıyla sınırlanabileceği”ni ifade eden bir anayasa değişikliği sundu. Ekim 2012’de görüşülecek olan bu kapsamlı tasarı, matbaaların bastıkları yayınlara el konulmasını ya da yasaklanmasını engelleyen anayasal tedbiri de ortadan kaldırıyor. Analistler neticede bu önerinin geçeceğinden şüpheli olduklarını, ama bunun teklif edilmesinin dahi iktidar partisinin basını kısıtlamak arzusunun bir göstergesi olduğunu ifade ettiler.
CHP Ankara milletvekili ve Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi üyesi Gülsün Bilgehan, “Türkiye demokrasisinin karşı karşıya kaldığı önemli sorunlardan birisi şu: ne zaman bir siyasi parti iktidara gelse basın üzerinde baskı kurmaya başlıyor ve eleştiri kabul etmiyor. AKP hükümeti bu kötü alışkanlığı benimsedi ve üçüncü döneminde basın üzerindeki baskıyı arttırdı” dedi.
Her ne kadar sorunun özünde baskıcı yasalar ve yargı sistemi olsa da idarenin en üst düzeyinde yaratılan iklim de aynı oranda önemli. Mehmet Ali Birand “Yargı tavrını hükümete bakarak ayarlıyor” diyor. “Hükümet sertleştiğinde, Başbakan konuşmalarında sert cümleler kurduğunda, yargı da sertleşiyor.” Erdoğan basına yaklaşımında katı ve meydan okur bir tavır takınıyor; gazetecileri isim vererek alenen azarlıyor, haklarında suç duyurusunda bulunuyor ve eleştirel davranan personelini dizginlemesi için medya organlarına baskı yapıyor. Nuray Mert olayında olduğu gibi medya organları Başbakan’ı kızdıran tanınmış köşe yazarı ya da yorumcuları ya işten atıyor ya da başka göreve veriyorlar. Baskı görme korkusuyla, isminin yazılmaması şartıyla konuşan bir gazeteci, çalıştığı şirketin patronunun yayın politikasında değişiklik yapılacağı haberini şöyle verdiğini söyledi: “Arkadaşlar, artık bitti. Daha fazla eleştiri yok. Paramı kaybetmek istemiyorum.” Patronun gazetecilere sunduğu seçim oldukça basitti: “Benimleyseniz tamam. Değilseniz, gidin.”
Erdoğan, medya dünyasının her alanından gelen eleştirilere karşı hakaret davası açmak konusunda adeta bir rekora sahip. Bianet‘in haberine göre, Başbakan Mart 2005’te Penguen mizah dergisinin yayıncısına, derginin kapağında kendisini çeşitli hayvanlar gibi çizdiği için “Başbakan’ın kişilik haklarına saldırdığı” şikayetiyle dava açtı. Bir yıl sonra Başbakan sol görüşlü günlük Evrensel gazetesine ve köşe yazarı Yücel Sarpdere’ye, Erdoğan’ın, maliye bakanı hakkındaki yolsuzluk iddialarına verdiği cevabı eleştirmek için, ünlü bir AK Parti şarkısının sözlerini değiştirmek suretiyle hakaret ettiği gerekçesiyle dava açtı. Erdoğan’ın avukatları söz konusu makalenin sadece Başbakan’ı aşağılamakla kalmayıp “ifade özgürlüğünün sınırlarını aştığını” iddia ettiler. Aynı yıl Erdoğan bu kez de BirGün gazetesi yazarı Erbil Tuşalp hakkında, Aralık 2005’te yayınlanan bir makalesinde hükümet politikalarının giderek otoriterleştiğini söylediği için hakaret davası açtı. Erdoğan geçen sene de Taraf gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan hakkında suç duyurusunda bulundu. Sebep Ocak 2011’deki yazısının başlığıydı: “Erdoğan ve kof kabadayılık.” Daha sonra şikayetini geri çeken Başbakan, Altan’ı Mart 2012’de bir kez daha, bu kez başyazısında Erdoğan’a “küstah, bilgisiz ve ilgisiz” dediği için şikayet etti. Bianet‘in haberine göre Erdoğan’ın avukatları, yazının amacının Başbakan’ı küçük düşürmek olduğunu öne sürdü.
Hakaret davaları ve adli kovuşturmalar neticesinde haberlerin tonu düştü, haberler rötuşlanmaya başladı. Siyasilerin, haber kurumlarının patronları üzerindeki nüfuzlarının önemli bir dondurucu etkisi olduğunu söyleyen Milliyet köşe yazarı Aslı Aydıntaşbaş “Her gün çıkan gazeteler Türkiye’de yanlış giden herşeyi biliyor, ama doğru dürüst gazetecilik yapmaya korkuyorlar” diyor. Avrupa Gazetecilik Merkezi 2010 yılında yaptığı analizde, Türkiye medyasının büyük bölümünün inşaat, bankacılık, turizm ve finans gibi farklı sektörlerde de şirketleri olan bir kaç holdingin elinde olmasının haber kuruluşlarını siyasi baskı karşısında savunmasız kıldığının altını çizmişti.
2011 yılında ülkenin en büyük medya holdingi olan Doğan Grubu, önce 2,5 milyar dolar olarak belirlenen, ancak daha sonra düşürülen devasa bir vergi cezasını ödeyebilmek için aralarında Milliyet gazetesinin de bulunduğu medya kuruluşlarından bazılarını satmak zorunda kaldı. Vergi davasının şirkete boyun eğdirmeyi amaçlayan siyasi bir dava olduğu görüşü hakim. Şirketin en önemli gazetesi olan Hürriyet, hükümet politikalarını eleştirerek kamuoyunu yönlendirebiliyordu. Dört yıl öncesinde Türkiye Bankacılık Düzenleme Kurumu dönemin en büyük medya şirketlerinden biri olan Ciner grubunun malvarlığına el koymuş, daha sonra da hükümet Sabah gazetesini ve diğer medya kuruluşlarını açık arttırmayla satmıştı. Medyada yer alan haberlere göre ihaleye katılan tek şirket, Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak tarafından yönetilen bir şirketti ve iki devlet bankasından aldığı krediler sayesinde medya kuruluşlarının yeni sahibi oldu.
CPJ’ye konuşan Aydıntaşbaş, “Herşey hükümetin 2007 yılında Sabah gazetesini ele geçirmesiyle başladı ve Doğan medya grubuna verilen devasa vergi cezasıyla da durum iyice kötüledi” dedi. “Ondan sonra gazetelerin yazı işlerinde değişiklikler oldu, muhalif gazeteciler işten atılmaya başladı ve yavaş yavaş ancak istikrarlı bir biçimde hükümeti eleştiren ya da hoşnut olmayan yorum ve haberlerden uzaklaşılmaya başlandı. Gazeteler rutin bir biçimde oto-sansür uyguluyor ve eleştirel bilgi ve haberleri, tirajlarda düşme olmasına rağmen yayınlamıyorlar” dedi.
Hükümeti sert bir biçimde eleştiren ulusalcı web sitesi Odatv davası iyi bir örnek teşkil ediyor. Özetlemek gerekirse, hükümet İnternet portalının çalışanlarının -araştırmacı gazeteciler Şener ve Şık’la birlikte- Ergenekon çetesine yardım ettiklerini iddia ediyor. Sanıklara yöneltilen suçlamalar arasında, diğerlerinin yanı sıra 15 yıl ve üstü hapis cezası öngören “terör örgütüne yardım etmek” ve “halkı nefret ve düşmanlığa tahrik etmek” bulunuyor. Ancak iddianamedeki deliller ikna edici değil: yayınlanmış makaleler, çalışanlar arasında haberlerle ilgili yapılan gizlice kaydedilmiş konuşmalar ve Odatv gazetecileri ile haber kaynakları arasındaki e-postalar. Şubat ve Mart 2011’de görülen davada bir düzine gazeteci hakkında suçlamada bulunuldu ve 1 Ağustos 2012 itibariyle en az dördü hala tutuklu yargılanıyordu.
Hala tutuklu bulunan Odatv imtiyaz sahibi Soner Yalçın, cezaevinde yazdığı ve Bianet‘te yayınlanan mektubunda “Suç delili olarak gösterilen yazılar, haberler sadece ODA TV’de yer alan makaleler değil, diğer gazetelerden iktibas ettikleridir… Haber merkezinin fihristi, santralinden yapılan görüşmeler suç kanıtı yapılmıştır,” diyor.
Ancak Türkiye’deki gazeteciler Odatv davasını eleştirme konusunda çekingen davranıyorlar. Habertürk gazetesindeki işini kaybeden muhalif köşe yazarı Ece Temelkuran, Index on Censorship için Ocak ayında kaleme aldığı yazıda “Böyle bir davanın müthiş bir medya ilgisine mazhar olacağı ve meslektaşlarından büyük destek göreceği düşünülür. Ama hayır… Başbakan Erdoğan davayı eleştiren gazetecileri şahsen tehdit ettiğinden beri, sadece bir avuç gazeteci duruşmalara geldi. Büyük ihtimalle meslektaşlarım benim birkaç gün önce başıma gelenin kendi başlarına da gelmesinden korktu: işsiz kalmak. Ya da daha kötüsü: kendini parmaklıklar arkasında bulmak.”
Ve bir yanda gazeteciler onar onar hapsediliyorken, Ocak 2007’de Türkiyeli Ermeni gazeteci Hrant Dink’i katledenler serbest dolaşıyor. Davada sadece, cinayeti işlediğinde on yedi yaşında olan tetikçi ve üç önemsiz suç ortağı suçlu bulunarak hapsedildi. Dink davasını takip edenlerin, cinayette ve cinayetin örtbas edilmesinde pay sahibi olmakla suçladıkları, aşırı milliyetçi hassasiyetleri olan polis ve askeri yetkililer hakkında hiçbir zaman doğru dürüst bir soruşturma yürütülmedi. Katledilmesinden önce Dink, ölüm tehditleri, nefret dolu mesajlar alıyordu. 1. Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin kitlesel katliamı üzerine yazıları gibi toplumsal hassasiyetlere dokunan yazı ve çalışmaları yüzünden hakkında -aslen siyasi sebeplerden dolayı- ceza davaları açılıyordu. Trabzon’da bir mahkeme, Haziran 2011’de altı subayı Dink’in öldürüleceğine dair gelen bir istihbaratı değerlendirmedikleri için mahkum etti ve her birine birkaç aylık hapis cezaları verdi. Kararı temyiz eden sanıklar hala hapsedilmedi.
Gazetecileri dava başlamadan hapse atmak konusunda hızlı davranan sistem, anlaşılan kurban gazeteci olunca farklı işliyor. Şener’in hapsedilen gazeteciler arasında olduğu düşünüldüğünde eşitsizlik çok çarpıcı.
2009’un Şubat ayında Şener, “Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları” isimli bir kitap yayınladı. Kitap, Dink’in öldürülmesinde resmi makamların da rolü olduğunu iddia ediyor. Bu rolün içinde, polisin cinayete dair ihmalinin üstünün kapatılması, delillerin gizlenmesi ve Dink’e resmi makamlardan gelen tehditler de var. Kitabın yayınlanmasından sonra Şener “gizli bilgileri ifşa etmek” ve “yargılamayı etkilemeye çalışmak” gibi bir dizi suçtan yargılandı. Mahkum olması halinde 30 yıldan fazla hapis cezası alacaktı ki bu Dink’in katilinin aldığı cezadan daha fazla. Şener, Haziran 2010’da bu suçlardan beraat etti, ancak bir yıl geçmeden, bu kez Odatv davasının sanığı olarak tutuklandı.
Şener’i Odatv ve Ergenekon’la ilişkilendiren bağlantı, orijinal olduğu şüpheli elektronik dökümanlarda yer alan ve doğruluğu kanıtlanamayan birtakım gazetecilik faaliyetleri iddiaları. Bu iddialar doğru olsa bile -ki Şener olmadığını söylüyor- özgür bir toplumda suç teşkil etmeyecek türden suçlamalar yüzünden Şener, 12 aydan uzun süre tutuklu kaldı. Şener mahkûm olması halinde 15 yıla varan hapis cezasıyla karşı karşıya kalacak.
(Fotoğraf: Reuters)
Editörün notu: Bu bölümün orijinal metninin dördüncü paragrafında Hakan Altınay’dan yapılan bir alıntıyı düzeltmek için değişiklik yapılmıştır.