Amerikalı gazeteciler Trump’ın iktidarıyla boğuşuyorlar
Yazan Alan Huffman
Donald Trump’ın başka alanlardaki hükumet etmek anlayışına dair de olduğu üzere, Amerikan medyasına antipatisinin “eşi görülmemiş” diye tanımlanmasını çok sık görüyoruz.
Ancak emektar ABD gazetecisi Bill Minor’a sorarsanız, Trump’ın retoriği ve medyaya oluşturduğu tehdit korkutucu derecede tanıdık. New Orleans’ın Times-Picayune gazetesi için ellili ve altmışlı yıllarda Mississippi’deki insan hakları hareketini izleyen Minor, çoğu Anayasanın birinci maddesinin getirdiği güvenceleri umursamayan devlet yetkilileri, mahkemeler, polis ve öfkeli kalabalıkların gazetecileri nasıl mağdur ettiklerini hatırlıyor.
O dönemde Mississippi’de çizgiyi aşan gazeteciler ya takip ediliyor ya da hapsediliyorlardı. Ku Klux Klan ve Beyaz Vatandaşlar Konseyi gibi saldırgan gruplar cezasızlık durumuna yakın bir halde faaliyet gösteriyorlardı. Muhabirler ve fotoğrafçılar sık sık şiddete maruz bırakılmakla tehdit ediliyorken yayıncıları da davalar ve reklam boykotlarıyla uğraşıyordu; ikincisi bazı medya kurumlarını iflas ettirdi.
94 yaşında hala köşe yazarı olarak çalışan Minor, Mississippi eyaletinde, Jackson’daki evinde konuşurken: “Yabancı bir ülkede gibiydik” diye hatırladı o günleri.
Minor’un gazetesinin merkezinin uzakta olması onu yerel mali baskılardan bir derece korumuş olsa da peşinde ajanlar dolaştı, ölüm tehditleri aldı ve McComb şehrinde otobüs duraklarındaki ırk ayrımını sona erdirmeye çalışanları haberleştirirlerken bir grup adamın Life ve Time dergilerinin beraber yürüdüğü muhabirlerine “cadde ortasında” saldırdıklarına şahit oldu.
Medyaya yönelik bu tip şiddet olayları güney eyaletlerinde görülen durumlardı; Fransız bir muhabirin 1962 yılında Mississippi Üniversitesi’ndeki olayları izlerken vurulup öldürülmesi gibi. Faili meçhul kaldı. Minor, siyahi vatandaşlara yönelik polis şiddetini yazan ender Mississippi gazetelerinden biri olan The Lexington Advertiser‘ın bombalandığını ve sahibi Hazel Bannon Smith’in reklam boykotu yüzünden iflas ettiğini, kendini – biri şerif tarafından olmak üzere – açılan bir dizi davada mahkemede savunmak durumunda kaldığını hatırlıyor
İnsan hakları için mücadele döneminde böyle zorluklar tecrübe etmiş olan Minor, “basına karşı eski bir düşmanlığın yeniden doğuşu” olarak gördüğü, daha geniş perspektife yayılabilecek gelişmelerden endişeli. Sokak şiddetine, devletin teknik takibine, iftira davalarına ve Trump’ın geleneksel Birinci Madde güvencelerini tanımamazlığına gazetecilerin kayıtsız kalamayacaklarını söyledi.
ABD gazetecileri böyle saldırılar halinde genelde Anayasanın korumasını arıyorlar ama adli sistemin tamamı onları koruyor ve geçen yüzyılın ikinci yarısında oluşan bu durum ABD’yi dünyanın geri kalanından ayırıyor. Minor, İnsan Hakları için mücadele döneminin sert atmosferinde “Birinci Madde dikkate alınmadı” dedi.
***
Elçiye zeval etmek dünyanın dört bir yanındaki otoriter rejimler için köklü bir gelenek ki, Gazetecileri Koruma Komitesi de dahil olmak üzere pek çok ABD merkezli hak savunma örgütü bunu gün yüzüne çıkarmak için çalışıyorlar.
Ancak Trump ağırlıktan anayasal güvenceler sayesinde nicedir özgür basın adına bir umut ışığı olmuş ABD’de medya karşıtlığını daha önce görülmemiş düzeylere getirdi. Kasım 2016’da CPJ’in Burton Benjamin Anma Ödülü’nü alan CNN Muhabiri Christiane Amanpour, bu kitabın sayfaları arasında bulabileceğiniz ödül kabul konuşmasında: “Bir milyon yıl düşünsem vatanımda Amerikalı gazeteciler için özgürlük ve güvenlik isteyeceğim aklıma gelmezdi” dedi.
Alışık olunan varsayım şöyledir: Birinci madde ABD gazetecilerine başka ülkelerdeki daha savunmasız meslektaşlarının başına gelenlere karşı güvence sağlar. Ancak bu güvenceler ancak hen halk hem de devlet için var olan özgür bir basının varlığına bağlıdır.
Amerikan basınına yönelik düşmanlık yıllardır büyüyor; 2008 başkan yardımcısı adayı Sarah Palin’in “aptalakım medya” tanımı iyi bir örnek. Bu tarz eleştiri ön yargı, sansasyon hevesi ve yalan ya da çarpıtmalara cevap vermekten acizlik barındırıyor. Bazı belli medya kurumlarına yönelik eleştirilerin delili var ama pek çok durumda suçlamalar ön yargı ile ve temelsizce yapıldı.
Sosyal medya sayesinde taraflı veya yalan haberlerin yayılmasıyla medyaya olan güven daha da azaldı; pek çok Amerikalı bağımsız veri kontrol eden kurumlardan dahi şüpheleniyor. Bazı yerel, eyalet veya federal hükumet yetkilileri gazetecileri halka açık bilgilere erişmekten men etmeye çalıştılar; engeller koydular, gecikme sağladılar ve fahiş ücretler talep ettiler.
Soru şu ki: ABD’nin özgür basınına yönelik bu saldırı nereye kadar gidecek?
Race Beat (Yarış Devriyesi) adlı kitabın yazarları gazeteciler Gene Roberts ve Hank Klibanoff, insan hakları mücadelesi döneminde Amerikanın güneyinde basın özgürlüğünün nasıl en kötü durum senaryosu kapsamında kısıtlandığını anlatıyorlar. Minor’un tarif ettiği tehdit biçimlerine ek olarak, kitapta medya karartmaları, kamu yetkilileri ve arşivlerine erişimin kısıtlanması ve insan hakları karşıtları tarafından yayılan yalan haberler de yer alıyor. Roberts ve Klibanoff’un dediğine göre, ırk ayrımcılığını muhafaza etmek ve muhalifleri ile gazetecileri takip etmek için kurulmuş ve artık var olmayan eyalet kurumu Mississippi’nin Egemenliği Komisyonu, bir keresinde bir siyahi gazetesine yalan haber yayımlaması için para vermiş ve haber sonradan ajanslarca da kullanılıp gerçek diye yayılmış.
Artık gizli olmayan kayıtlara göre Egemenlik Komisyonu’nun peşine ajan taktığı gazetecilerden biri olan Minor, eyaletteki medya kurumlarının çoğunun gücü elinde tutanlara boyun eğdiğini hatırlıyor; ister otosansür uygulayarak ister bariz bir ırk ayrımcığı ön yargısıyla haber yazarak. Objektif haber geçen az sayıdaki gazeteci de misillemelere maruz kaldılar.
Beyaz ırkın üstünlüğünü savunan gruplar 2016 başkanlık kampanyası sırasında Donald Trump’ı da desteklediler ve o da gazetecileri “iğrenç” veya “insanlığın en alt seviyesi” benzeri şekillerde tanımlayarak dalga geçti ve medyaya güvensizlik ile düşmanlığın yayılmasına katkıda bulundu. Bu mitinglerdeki kitleler gazetecileri yuhaladı ve (bu kitabın kapağında da yer alan) bir katılımcının giydiği, insan hakları mücadele dönemindeki linçleri çağrıştıran bir tişört sosyal medyada çok kişi tarafından paylaşıldı: “İp. Ağaç. Gazeteci. MONTAJ GEREKTİRİR.”
Trump adaylığı sırasında düşman olarak nitelendirdiği gazetecileri kendinden uzak tuttu ve zaman zaman Politico, BuzzFeed, The Huffington Post ve The Washington Post muhabirlerine erişim kısıtlaması getirdi. İftiraya dair kanunları değiştirerek gazetecilere ve medya kurumlarına dava açmayı kolaylaştıracağına yemin etti ama partilerüstü desteklenen bu kanunları değiştirmek için Kongre ve Anayasa Mahkemesi desteğine ihtiyaç var.
Anayasa Mahkemesi’nin 1964 tarihli, insan hakları için mücadele döneminde Alabama’daki bir itira davasından çıkan ve ABD’deki basın özgürlüğü çizgisini belirleyen The New York Times Sullivan’a karşı davası kararına göre devlet yetkilileri medya kurumlarını veya gazetecileri dava etmeden önce kötü niyet kastını ispat etmek durumundalar. Anayasa Mahkemesi’nde bu dava sürerken Tie Times toplamı 6 milyon dolardan fazla tazminata yol açabilecek altı iftira davasıyla boğuşuyordu ve CBS TV kanalı Alabama’daki insan hakları suçlarına dair haberleri verdiği için davalık oluyordu. O zamanlar Güney eyaletlerinde iftira davaları sıklıkla haberciler bastırmak için kullanılıyordu ve şikayetçiler yerel ve ulusal haber kurumlarına açtıkları davaları genellikle kazanıyorlardı.
Bu dava ile kazanılan medya güvencesi iftiraya dair kanunların daha sıkı olduğu Hindistan ve Brezilya gibi ülkelerde tersinden işliyor çünkü CPJ bulgularına göre buralarda gazeteciler sıklıkla bilgi akışına zeval getirecek yüklü para cezalarına çarptırılıyorlar. Dikkat etmeli, bu tip yasal güvenceleri zayıflatmaya yönelik çabalar Trump’ın tercih ettiği mecra olan sosyal medyada yazılanları da mahkemeye götürmenin önünü açar. Trump’ın Anayasa Mahkemesi ve altındaki Federal Mahkemeler üzerinde ne kadar etkisinin olacağı, ya da bunun yerel mahkemelere ne kadar yansıyacağı henüz belli değil. Trump The New York Times ile vergi iadesi ve onun tarafından taciz edildiğini söyleyen kadınlara dair haberlerinden dolayı davalık; The Washington Post‘un sahibi ve Amazon’un CEO Jeff Bezos’a da dava açtı. Kasım 2016 tarihli bir The New York Times haberine göre Amerika Barolar Derneği’nin Trump tarafından dava edilmekten çekindiği için onu muhaliflerini cezalandırmaya veya susturmaya çalışan bir “iftiracı zorba” diye tanımlayan raporlarını yayımlamama kararı alması korkutucu.
Medya karşıtı söylemlerinin çoğu gibi, Trump’ın adli tehditleri de bir trend’den besleniyor.
Georgia Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Birinci Madde Uzmanı Sonja R. West, 5 Kasım 2016 tarihli The Washington Post‘a: “Jüriler hiçbir zaman medyanın en iyi dostu değildiler… ama sanırım son zamanlarda medya karşıtı bir trend gözlemliyoruz” dedi ve açıkladı: “mahkemeler ve halk gittikçe basının sözüne daha az güveniyorlar; güçlü ve sansasyon yanlısı görülen medyadan bireyleri korumaya meyilliler.”
Colombia Journalism Review tarafından 25 kasım 2016 tarihinde bildirildiğine göre, Kuzey Carolina’da bir jüri The Raleigh News & Observer ve bir muhabirini bir iftira davasında neredeyse altı milyon dolara varan bir tazminat ödemeye mahkum etti. CJR bunun “medyanın gittikçe azalan popülerliğinin haber kurumları mahkemelik olduklarında daha az sempatik jüriler ile karşılaşması manasına geleceğine bir diğer kanıt” olduğunu yazdı. Gene CJR haberine göre bu dava, mahkemeye çağrılırlarsa editörleri ve kaynakları ile girdikleri iletişimin ne kadar gizli kalacağını düşünen gazeteciler arasında endişe yarattı.
Trump bazen sonradan reddettiği provokatif açıklamalar yaptığı ve hatta bazen söylediklerini tümden inkar ettiği için medyadaki pek çok kişi başkan seçildikten sonra tutumunu yumuşatacağını umdu ama şimdiye dek böyle olmadı. Medyanın faaliyetlerine erişimini kısıtladı, yolculuklarda başkana eşlik eden geleneksel muhabir, fotoğrafçı ve TV ekibi havuzunu yanına almadı ve Birinci Medde güvencelerine karşı kamu önünde konuşan tek başkan olmayı sürdürüyor. Gazeteciler ve medya gözlemcileri, seçimden sonra The New York Times editörleri ile gerçekleşen bir toplantıda Birinci Madde’ye bağlılığı sorulduğunda “Sanırım memnun kalacaksınız” şeklindeki üstü kapalı cevabından pek tatmin olmadılar.
Tüm bunlar ABD’de basın özgürlüğünün uzun vadede ne kadar güvende olduğunu ve uğrayacağı potansiyel erozyonun dünyanın geri kalanındaki medyaya nasıl etki edeceğini düşündürüyor.
İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün medyadan sorumlu başkan Yardımcısı Nic Daves, CJR‘da 22 Kasım 2016 tarihinde “Amerikan gazeteciliğinin dostlarına” açık bir mektup yayımladı ve Trump yönetiminde ABD’de basın özgürlüğü gerilerse bunun herkes için acı sonuçları olacağına işaret etti.
“Genelde dünyanın geri kalanına basın özgürlüğü ve demokratik toplumların hesap verme mekanizmaları hakkında tavsiye veren siz olursunuz o yüzden bunların size söylenmesi garip geliyorsa analayabilirim ama bu Donald Trump’ın seçilmesiyle tersyüz olacak son şey değil” diye yazı Dawes. Ona göre, potansiyel sonuçlardan bir tanesi gazetecilik standardının global düzeyde düşmesi. “Tüm gerçek ve acil problemleri bir yana” dedi, “ABD gazeteciliği hala imrenilecek örnek teşkil ediyor. Onun ışığının sönmesi sadece Amerikalılar için değil, hepimiz için felaket olur.”
Dawes ayrıca Amerikalı gazetecilerin bir araya gelip de mesleklerini korumaya çalışma geleneğine pek ihtiyaçları olmadığını; bunu da ağırlıkta Birinci Madde güvencelerine borçlu olduklarını söyledi. ABD Anayasası “kıyaslanabilir herhangi bir diğer yasal ağdan daha güçlü koruma sağlıyor.” mam Minor’un da dikkat çektiği üzere, Birinci Madde’nin kanun tanımaz eyalet yönetimleri sayesinde sahada etkisiz kaldığı zamanlar da oldu. Bu olduğunda gidilecek adres Federal Devlet, ya da daha doğrusu, federal mahkemeler.
Anayasa’nın Birinci Maddesi’nin işleyişinin yasal çerçevesi geçen yüzyılın ikinci yarısında verilen Federal Mahkeme kararlarıyla şekillendi. Anayasa Mahkemesinin medyayı destekleyen kararlarından önce ABD gazetecileri başka ülkelerdeki meslektaşları gibi haber verebilme hakları uğruna mücadele etmek zorundaydılar. Bu yasal güvenceler olmadan onlar da eşit derecede savunmasızdılar.
İfade özgürlüğü, basın, din, toplanma özgürlüğü ve devlete şikayetlerin giderilmesi için dilekçe verme hakkını koruyan Birinci Madde 1791 yılında, Haklar Bildirgesi içinde kabul edildiğinde gerçekten devrimci bir fikirdi. 1776’da, Amerikan Devrimi sırasında Virginia koloni meclisi bir çeşit öncülünü Haklar İlanı adıyla kabul etmişti. Şu cümleyi de içeriyordu: “Basın özgürlüğü özgürlüğün temel taşlarından biridir ve ancak despot devletler tarafından kısıtlanır.” Başka koloni meclislerinde de benzerleri görüldü ve bugün, iki buçuk yüzyıl sonra, Birinci Madde ender görülen partilerüstü desteğe sahip.
Hindistan’ın Hindustan Times ve Güney Afrika’nın Mail & Guardian gazetelerinde eski editör olan daves, CJR yazısında ayrıca ABD gazetecilerin yasal korumanın yanı sıra başka ülkelerdeki meslektaşlarında olmayan diğer avantajlardan da faydalandıklarını yazdı. Şu anda eskiden olduğundan daha az eşit ve güvenli olsa dahi ABD gazeteciler genelde başkalarından daha güçlü mali desteğe sahipler. “Ayrıca yetenek, yaratıcılık ve tutku bakımından eleştirenlerin dediğinden çok daha zengin kaynaklara sahipler” dedi.
“Ama” diye devam etti, Dawes, “sahip olmadığınız bir şey varsa o da işer gerçekten kötüye gitmeye başladığında ne yapmak gerektiğine dair tecrübe.” Mesela, “Donald Trump seçildikten sonra birkaç gün içinde basın havuzunu iki kere ektiğinde ve Twitter’dan The New York Times‘a saldırdığında çoğunuz şaşırmış görünüyordunuz.” Aslında, diye yazdı, Trump’ın medyanın içini temizleme tehdidi blöf değildi. “Dava açmakla tehdit ettiğinde, engelli bir muhabirle alay ettiğinde, Vladimir Putin ve Peter Theiel ile yakınlığını dile getirdiğinde uyarıda bulunuyordu.” Dawes ABD gazetecilerini elektronik aletlerini şifrelemeleri için uyardı, liderinin intikamcı bir geçmişi olan ve “hayal edilmiş en sofistike teknik takip kapasitesine sahip olan bir rejim altında” yaşıyorlar.
Trump geleneksel medyayı es geçmek veya maniple etmek için etkili yöntemlere sahip; bunun için çoğunlukla sosyal medyayı ve Breitbart News gibi dost kurumları kullanıyor ama ana akım kurumların da ilgisini çekecek provokatif açıklamalardan da faydalanıyor. Kampanyası sırasında The Washington Post‘tan Callum Borchers’ın bildirdiğine göre ana akım kurumları tamamen es geçebilmesi için Trump’a adanmış bir kablolu TV kanalı projesi de konuşulanlar arasında. Borchers, muhafazakar Right Side Broadcasting Network’ü “gayrı resmi Trumo televizyonu” olarak adlandırdı ve kampanyanın “Trump’ın Facebook sayfasında yayınlanan televizyon münazarası öncesi ve sonrası analizler için Right Side ile işbirliği yaptığını yazdı. Trump Breitbart‘ın yöneticisi Stephen Bannon’u Baş Beyaz Saray Stratejisti seçtikten sonra, Politico‘nun da aralarında bulunduğu bazı kaynaklar bir “Trump Pravda‘sı” beklediklerini ve Breitbart‘ın ,eski bir sözcüsüne göre, ABD tarihinde ‘devlet medyasına en yakın şeye’ dönüşebileceğini söylediğini yazdılar.
Trump, kampanyası sırasında özgür medyadan bol bol faydalanmasına karşın açık olarak belirtti ki geleneksel gazeteciliğe alışmaya da tolerans göstermeye de niyeti yok. Dawes’e göre, gazeteciler kendi araştırmalarına, kaynaklarına ve bilgi edinme kanuna (FOIA) göre yaptıkları başvurulara güvenmen durumunda kalacaklar ki bu sonuncusunda şimdiden sorunlar çıktı. ABD gazetecileri FOIA taleplerinin giderek daha yavaş işleyeceğini görecekler dedi Dawes ve devam etti: “taleplere cevap verilmeyecek veya cevap bir işe yaramayacak olduktan sonra verilecek. Hindistan ve FOIA benzeri kanunların heyecanla karşılanıp sonra işlevsiz kaldığı diğer ülkelerde olduğu gibi.”
Dawes, kutuplaştırıcı başbakan Narendra Modi’nin 2014’de Hindistan’da iktidara gelişiyle belli benzerliklere işaret etti: “gazeteciler daha önce serbestçe dolaştıkları devlet dairelerinden kovuldular. Başkanın uçağına alınmadılar. Modi ülke basınına bir yıldan uzun bir süre röportaj vermedi. Bakanları ve üst düzey yöneticileri basına konuşmamaları için emir aldıklarını özel konuşmalarda fsıltıyla söylüyorlardı.” Dawes’in uyarılarında biri de konvansiyonel medya kurumlarının “rizgara uyma” ihtimali. Minor, insan hakları için mücadele döneminde Mississippi’de pek çok haber kurumunun kendi ön yargıları, dışlanmaktan korkma, okuyucu tepkisi veya reklam geliri kaybı nedeniyle ırk ayrımcısı söyleme kaydıklarını hatırlıyor.
Minor, 1960’ların Mississippi’sindeki düşmanca atmosferde bile bağımsız habercilerin bir etki yaratabildiğini hatırlıyor. Örnek olarak, gizli bir eyalet polisi oluşturulduğuna dair yazdığı bir makalenin nasıl ülke çapında ilgi çektiğini ve bu fikirden vazgeçildiğini hatırlıyor. Bir diğer vakada gizli bir kaynak ola yerel kaynakların nasıl eyalet okullarındaki öğrencilerin ırkına göre kullanıldığına dair gizli rapor veriyor. Buna göre, bazı bölgelerde beyaz öğrenciler için 100 dolar harcanırken siyahi öğrencilere ayrılan bütçe 1 dolar oluyor. Bu haber de Kongre üyelerinin dikkatini çekiyor ve 1964 İnsan Hakları Kanunu’nu yasalaştırmak için kullanıyorlar.
Ama Minor’ûn dediğine göre, şu anda ABD’deki medya düşmanlığının insan hakları için mücadele dönemindekinden çok daha geniş çaplı olması onu korkutuyor. Ve o zamanlar federal hükumet kanun tanımaz eyalet yöneticilerine ve bazen de düşman da davranan halka karşı durduysa bile “görünüyor ki artık durum böyle değil.”
Alan Huffman bağımsız bir yazar ve editördür; edebi olmayan beş kitabı vardır, en ünlüsü: Here I Am: The Story of Tim Hetherington, War Photographer (İşte Buradayım: Savaş Fotoğrafçısı Tim Heterington’un Öyküsü)