Jean-Paul Marthoz
Gezegenin her yerinde otoriter yöneticiler ve onların görevlileri “basının sorumluluğu” hakkında atıp tutarlar.
Çoğunlukla mesleki kurallar ya da etik ilkeler hakkındaki bu vaazlar ve konuşmalar bağımsız gazetecilerin hareket alanını kısıtlamak ve medyayı terbiye etmeye hizmet eder. Vatanperverlik, onur, saygınlık ve otoriteye saygı gibi mağrur kavramları zikretmeleri, araştırmaları engellemek anlamına gelir ve ellerinin altndaki gücü suistimal ettiklerini ya da doğru olmayan bir şekilde elde ettikleri varlıklarını açığa çıkartır.
Etik denilen şey, medya din, milliyetçilik ya da etnik köken gibi hassas konuları işlediğinde de dillendirilmeye başlar. Azınlıkları nefret söyleminden koruma adı altında ya da şiddeti teşviğin önüne geçme bahanesiyle, hükümetler kamunun bilmesinde fayda olan ve anlatılması gereken haberleri sansürlemeye çalışır.
Otoriter ülkelerde gazetecilere yapılan sorumluluk ya da edep çağrıları aslında çoğunukla sansür çağrısıdır. Mısır’da Temmuz ayında Müslüman Kardeşler liderliğindeki hükümet devrildiğinde, ordu destekli yeni yöneticiler bir gazetecilik etiği yaratmak konusundaki niyetlerini hemen ilan ettiler ve bu etik kuralların uygulanmasını var olan sansürün kalkması için koşul olarak sundular.
Ekvador’da Başkan Rafael Correa yıllardır gazetecilere “etik değiller,” “boş konuşuyorlar,” ya da “yalancılar” diyerek medyaya dayak atmayı sürdürüyor. 2013 Şubat ayında seçimleri büyük çoğunluğun oyunu alarak kazandığında CPJ muhabiri John Otis’in bildirdiği gibi uyardı: “Düzeltilmesi gereken tek şey etikten ve vicdandan yoksun basın.” Correa o zamandan bu yana basını yeni bir iletişim kanunu ile “düzeltti.” Bu kanun basın özgürlüğünü ciddi şekilde kısıtlayan, editoryal içerik ile ilgili hükümet düzenlemeleri getirdi ve yetkililere basın üzerinde keyfi yaptırımlar uygulama yetkisi verdi.
Haziran 2013’te Sri Lanka hükümeti yeni bir medya etik kanunu getirmeye çalıştı. Kitle Medyası ve Bilgi Bakanı Keheliya Rambukwella’ya göre bu kanun “hayırlı bir medya kültürü yaratmak” için gerekliydi. Her ne kadar ulusal ve uluslar arası medya kuruluşlarının protestoları hükümeti geri adım attırsa da, bazı gözlemciler kanunun yeniden gündeme gelebileceğinden korkuyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü’un Asya Direktörü Brad Adams CPJ’ye “Bu medya kanunu medyayı kontrol etmek ve muhalefeti kısıtlamak için yapılan kararlı bir kampanyanın parçasıydı,” dedi. Adams, “Kanunun belirsizliğinin hükümetin misillemelerinden kaçınabilmek için daha büyük bir oto sansüre yol açması çok muhtemeldi,” diye devam etti.
Kanun “dış ilişkileri etkileyen eleştiriyi” ve “milliyetçilik karşıtı davranışları öne çıkaran” içeriği yasaklıyordu. Aynı zamanda “Yasama, Yürütme ve Yargı’nın bütünlüğüne karşı malzemeyi” de yasaklıyordu ve “ülkenin kamu ahlakının beklentilerine zarar veren ya da kamu ahlakının ya da tercihlerinin seviyesini düşürmeye yönelik içeriğin yayınlanmasına” karşı da uyarıyordu.
Brüksel Üniversitesi araştırmacısı ve yazar Marie-Soleil Frère CPJ’ye Burundi’de “Kamuoyuna Haziran 2013’te açıklanan yeni Basın Kanunu tasarısıyla ilgili tartışmalar, sürekli olarak basının etik kuralları ihlal ettiği iddialarına dayandırılıyordu,” dedi. “Hükümet partisinin üyeleri gazetecilerin ne kadar yanlı, adaletsiz olduklarını, karalama, yalanr ve aşağılamayı ne kadar çok yaptıklarını insanları bıktıracak kadar çok söylüyorlardı.”
Otoriter hükümetlerin, çıkarlarına uygun olduğunda sorun çıkaran gazetecilerin itibarını zayıflatmak ve hatta çalıştıkları sırada uğradıkları fiziksel şiddeti mazur göstermek için etik ilkelerin sözde ihlalleri üzerinde durmalarının başka bir yolu daha var.
Örneğin Meksikalı ya da Honduraslı bir gazeteci bir uyuşturucu çatışmasında ölürse, bazı polisler şunu söyler: “Por algo sera.” “Bir sebebi vardır” olarak tercüme edilebilecek bu cümle bu ölümlerin gazetecinin suç örgütleri ile ilişkili olması ve bu yüzden meşru olması imasını taşır.
Bu, cinayeti yeterince ciddiyetle araştırmamak için dayanak olarak kullanılır ve cezasızlık döngüsünü besler.
Gerçekte, “etik gazetecilik” çağrılarını en yüksek sesle yapan hükümetler habercilerinin tüm gazetecilik kurallarının ve standartlarını ihlal etmesini de ilk teşvik edenler olur. Mısır’da yeni asker-sivil yetkilier gazetecilikte etik çağrıları yaparken, devlet medyası muahlif gazetecileri susturmak için acımasız kampanyalar yürütüyordu.
Müslüman Kardeşlerin resmi yayın organi olan Özgürlük ve Adalet gazetesinden Muhammed Hattab, 12 Temmuz 2013’teki NPR yayınında “Şaşırtıcı bir şekilde Mısırlı gazeteciler de resmi makamlar açısından pek de popular olmayan meslektaşlarının taciz edilmesinde yer aldılar,” dedi. Bu saldırılar uluslararası medyaya kadar yayılmadı. BBC muhabiri Andrew Hosken aynı yayında “Bu hafta ordunun bir basın toplantısında bir El Cezire muhabiri meslektaşları tarafından ‘Dışarı, Dışarı’ sloganları ile dışarı atıldı ve gittiğinde de alkışladılar,” diye anlattı.
Azerbaycan’da hükümet yanlısı medya önde gelen muhaliflerin ve bağımsız gazetecilerin özelini utanmadan ihlal ettiler ve hiç bir sonuca katlanmadan dedikodular ve yalanlar yayınladılar. Bakü merkezli İnsan Hakları Kulübü’nün hak savunucusu direktörü Rebecca Vincent CPJ’ye şöyle konuştu: “Devlet ve hükümet yanlısı medyanın kasti olarak profesyonellik ve etik dışı davrandığı sayısız örnek gördüm.” Örneğin Ağusto 2013’te iktidar partisiyle ilişkili olan Ses gazetesi Radio Free Europe/Radio Liberty (RFE/RL) için çaışan ödüllü gazeteci Hatice İsmailova’ya saldıran bir makale yayımladı. Makalenin başlığı “Hatice’nin Ermeni Annesi Ölmeli” idi. Bir basın açıklamasıyla RFE/RL “Makale İsmailova’nın birçok akrabasını yanlış bir şekilde Ermeni olarak damgalamıştır. Azeriler için ‘Ermeni’ etnik kökenine gönderme yapmak, 1988 yılında itilaflı bir toprak için Ermenistan’la savaşan bir ülkede hainlik anlamı taşır.”
Ekvador’da devlet medyası resmi çizgiye uymayan gazetecileri lekelemek içibn kuvvetli bir megafon olarak kullanılıyor. Aynı şekilde, Frère diyor ki“Burundi’de de hükümet yanlısı radyo istasyonu Rema FM, zamanını sivil topluma yakın radyo istasyonlarını yerden yere vurmakla geçiriyor.”
Bu gibi ülkelerde hükümetler en temel etik ilkeleri ihlal etmek için bazı medya kuruluşlarına göz yumar. Örneğin devlet tarafından verilen reklamlar yapılan haberlerin kölece ve omurgasızca uyumlu olması için belirsiz bir araç olarak kullanılır. Bu taktik finansal açıdan bağımsız ve çıkar çatışmalarından kaçınabilen özgür bir basın imajına doğrudan darbedir.
Arjantin’de bu keyfi baskı ulusal düzeyde uygulanır, ancak etkisi küçük, yerel basın üzerinde özellikle güçlü olur, ki CPJ’den Sara Rafsky’nin 2012 yılında yazdığı üzere “çoğunluğu finansal açıdan resmi reklamlara bağımlıdır ve bu nedenle yayınları üzerinde hükümet baskısına karşı korunmasızdırlar.”
Gazetecilerin ellerine tutuşturulan “kahverengi zarflar” da aynı amaca hizmet eder ve aynı etkiye sahiptir: basının özgürlüğüne ve bağımsızlığına büyük darbe vururlar. Seçici şekilde reklam vermenin ve muhabirlere doğrudan ödeme yapmanın yaygın olduğu bazı ülkelerde bu rutin, resmi ilanların ve kişisel bahşişlerin medyanın gelirlerini ve gazetecilerin işlerini korumak için gereklidir iddiasıyla gazetecilik örgütleri tarafından bile savunulur.
Bazı ülkelerdeki medya sahipleri devletle olan iş bağlantıları nedeniyle kısıtlanmış durumdadır ve bu nedenle devletin tatlı sözlerle kanına girmesine ya da cezalandırmasına karşı açık durumdadır.
Türkiye’de 2013 yılının Mayıs ve Haziran aylarında Taksim MEydanı’nda ve Gezi Parkı’ndaki gösterilerde özel sermaye gruplarının sahibi olduğu büyük haber kuruluşları bir çok açıdan devletin sansür vekilleri gibi davrandı. Buna eylemleri haberleştirmekten kaçınma, protestocuları damgalamak ve hükümetin çizgisini uygulamak da dahil. Birçok insanın hala anarak eğlendiği üzere, CNN Türk kanalı gösterileri vermektense bir penguin belgeseli yayınladı ve böylece penguenler oto sansürün ulusal simgesi haline geldi.
Uluslar arası Gazetciler Federasyonu’nun eski genel sekreteri ve Etik Gazetecilik İnisiyatifi’nin kurucusu Aidan White, “Devletten gazetecilerini sansürlemelerini söyleyen notlar beklemeden, kendileri önceden harekete geçti,” diyor.
Hükümetin Gezi Parkı protestolarını nasıl ele aldığı hakkında yazdıkları nedeniyle Temmuz ayında Sabah gazetesindeki ombudsmanlık görevinden kovulan Yavuz Baydar, “Ülkenin gazetecileri ekonomik çıkarları onları [Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a] teslim kılan, aç gözlü ve acımasız medya sahipleri tarafından yönetilen haber merkezlerinde köle haldeler” diye yazdı.
Baydar, “Kürtler, Suriye ya da yolsuzlukla ilgili hükümet politikalarının doğrudan eleştirisi bir çok yorumcunun kovulmasına ya da ‘boykot’ edilmesine neden oldu. Demokratik tartışmanın ve fikir yaymanın alanı ciddi şekilde daraldı,” diye yazdı.Risk büyük ve olası sonuçlar çok tehlikeli. Basına karşı saldırıların tarihi bize Kolombiya’daki El Espectador ‘un yöneticisi Guillermo Cano’nun, Rusya’daki Novaya Gazeta’nın Anna Politkovskaya’sının ve Türkiye’de Agos’un editörü Hrant Dink’in, işlerine karşı olan etik bakışları onları haydut gruplarla ya da yozlaşmış iktidar elitleriyle karşı karşıya getirdiği için öldürüldüklerini gösterdi. Güvenlik gerekçesiyle adını vermek istemeyen önde gelen Meksikalı bir gazeteci CPJ’ye şunları söyledi: “Açık olan şu ki, işlerine bağlı gazeteciler yozlaşmayı ve suç çetelerine boyun eğmeyi reddettikleri için öldürülüyor.”
Etik olmayan gazetecilik de işleri sakatlayan karalama davalarına ya da kanıtlamamış suçlamaları basan ya da taraf tutan gazetecilere karşı suç gruplarının ya da radikal siyasi grupların intikam almaya çalışmasıyla şiddete davetiye çıkararak medyaya olan saldırıları tetikleyebiliyor. Uluslar arası Haber Güvenliği Enstitüsü tarafından 2007’de hazırlanan “Killing the Messenger” (Elçiyi Öldürmek) raporunun yazarlarına konuşan Latin Amerikalı bir gazeteci şunları söylüyor: “Kesin olarak inanıyorum ki bir gazetecinin alabileceği en iyi güvenlik önlemi dürüst, objektif, etik olarak sorumlu ve gerçekten bağımsız olmak.”
Etik olmayan gazeteciler aynı zamanda dayanışmayı da zayıflatıyor ve şiddet ve cezasızlık döngüsüne katkı sunmuş oluyor. Meksikalı editör CPJ’ye “Öldürülen bazı gazeteciler suç örgütleriyle, çetelerle ilişkili olduğu için polis bile ihbarlarımızı çok daha kolay göz ardı ediyor ve basına yapılan bu saldırılar karşısında üzerlerine düşen sorumluluktan kaçınabiliyor,” diyor. “Ve meslektekiler rahatsız görünüyorlar ve nasıl yanıt verileceği karşısında bölünmüş durumdalar.”
Aynı şekilde etik ilkelerin ihlali kamunun medyaya olan desteğini de azaltıyor ve yerleşmiş demokrasilerde dahi hükümetlerin medya üzerinde daha sert yasal düzenlemeler yapmasına fırsat sağlıyor. Venezüella ve Rusya gibi ülkelerde basın devlet baskısına maruz kaldığında kamuoyu harekete geçmiyor, sanki tüm gazeteciler etik davranmayan meslektaşları ile tanımlanıyormuş gibi.
News of the World skandalı – ünlülerin ve sıradan vatandaşların e-postalarının Britanyalı Pazar günü tabloidi tarafından hacklenmesi – bir demokraside basın özgülüğüne külhanbeyi gazeteciliğin olumsuz etkisi konusunda en öne çıkan örneklerdendir.
Skandal 2010 yılında açığa çıktığından bu yana Birleşik Krallık’ın medya sahnesini sarstı. Olan biten hakkında bir kamu soruşturması açıldı ve o kadar büyük bir kamuoyu tepkisi çekti ki siyasetçiler o vakte kadar şiddetle korkulan ve gayretkeş bir biçimde mutlu edilmeye çalışılan medya baronlarına karşı harekete geçmek zorunda kaldı – ya da en azından harekete geçer gibi. Bu şekilde siyasetçiler bir suçu cezalandırma adı altında basın özgürlüğüne zarar verebilecek yanlış düşünülmüş ve alelacele yapılmış düzenlemeleri uygulama riskini aldılar.
Gazetecilerin gerçek ya da sözde hatalarıyla devletin aşırı tepkisi arasındaki bağ açık. Brüksel Üniversite araştırmacısı Frère CPJ’ye şunları söylüyor: “Güney Afrika’da ANC 2010 yılında [kendi kendini yöneten] Basın Konseyi’nin gücünü azaltmak için, Medya Temyiz Mahkemesi kurmayı amaçlayan bir proje sundu – ama uygulayamadı. İddiaları ombudsman sisteminin masraflı olması ve gazetecilerin yetersizliklerinin düzeltilmesi konusunda etkisiz olduğuydu.
Güney Afrika gazetecilerin hükümet düzenlemelerinden korunmak için basın ilkeleri oluşturdukları ya da basın konseyleri kurdukları tek ülke yer değil. Britanya’daki Basın Şikayetleri Komisyonu 1991 yılında, Birleşik Krallık ifade özgürlüğü grubu 19. Madde uyarınca yasal bir konsey kurulmasına engel olmak için bir editörler komitesi tarafından kuruldu. Aynı şekilde Belçika’daki gazetecilik etik konseyi de 2009 yılında gazeteciler bir dizi çocuk kaçırma ve pedofili olayı konusunda kırmızı çizgileri aşmakla suçlandıkları dönemde siyasi partilerden gelen harekete geçme baskısının hemen arkasından kuruldu.
Belçikalı akademisyen ve yazar Benoît Grevisse’in CPJ’ye basın özgürlüğü ile etik arasındaki gerilimin “haklarla ödevleri dengelemek” anlamına geldiğini söylüyor. Bu egzersiz büyük ölçüde sıkı sıkıya bağlı olunan gazetecilik doktrinine dayanır. Kamu yararı için gazetecilik ekolu etiğe olan bağlılığını basın özgürlüğünün temel öğesi yapmıştır. Kaliteli iş çıkaran tüm medya kuruluşları yüksek standartlara olan saygısını basın özgürlüğü önünde bir engel olarak değil bir kaldıraç bir manivela olarak görür. Watergate ile ünlenen Carl Bernstein 2011 yılında Newsweek’te yayınlanan bir makalesinde News of the World hackleme skandalı için şunları yazmıştı: “Demokratik bir toplumun ihtiyacı olan şey daha derine ve sonra daha da derine kazarak [araştırma yapacak] gerçekten özgür, bağımsız ve sorumlu bir medyadır.”
Bazı yazarlar daha da ileri gidiyor. Wisconsin Üniversitesi’nden Gazetecilik Etiği Merkezi’nin direktörü Stehphen A. Ward 2011 yılında çıkan Etik ve Medya [Ethics and Media] isimli kitabında özgür bir basının ve gazeteciliğin rolünün “sadece basitçe yayın serbestliğinin ötesine geçerek kamuoyunun daha çoğulcu bir topluma doğru yönlenmesini kolaylaştıracak bir etik kaygıya doğru gittiğini” söyler. Etik Gazetecilik İnisiyatif’nden White CPJ’ye “Gazeteciliğin kamusal bir amacı vardır, o da hizmet ettiği topluluğa doğru ve güvenilir bilgiyi mümkün olduğu kadar dürüst ve bağımsız bir şekilde sağlamaktır,” dedi.
Ne var ki bu kamu merkezli gazetecilik farklı kriterler ve misyonlara sahip olan ticari amaçlı ya da “liberter” gazetecilik gibi birden fazla meşru gazetecilik türünden sadece birisidir. Ve sevin ya da sevmeyin kötü gazetecilik de gazeteciliktir. Etik olmayan metodlar – telefon hacklemek gibi suç teşkil eden durumlarla karışmasın – kaçınılmaz olarak canlı ve şiddetli medya ortamının parçalarıdır. Birçok insan bunların hepsini yasal düzenlemeler ve yasaklarla ortadan kaldırma çabasının medyadaki herkes için haddinden fazla risk oluşturacağı konusunda endişeli.
Nobel Edebiyat ödüllü Mario Vargas Llosa 2012 yılında yayınlanan kitabı Eğlence Uygarlığı’nda [La Civilización del Espectáculo] “skandal gazeteciliğinin özgürlük kültürünün kötü huylu üvey oğlu” olduğunu teslim ediyor ve ekliyor: “ifade özgürlüğüneölümcül bir darbe vurmadan onu bastıramazsınız.”
Sosyal olarak sorumlu gazeteciliğin en büyük savunucularından Hutchins Basın Özgürlüğü Komisyonu da aynı fikirde. 1947 yılında yayınlanan ve simge haline gelen “Özgür ve Sorumlu Basın” [A Free and Responsible Press] başlıklı raporda komisyon şunları söylüyor. “Yasal cezalara ve kontrol mekanizmalarına mecbur kalarak özgürlüğün istismar edilmesini düzeltme çabası, buna ifade özgürlüğü de dahil, reform için akla gelen ilk şeydir. Fakat tedavinin riskleri hastalığın tehlikelerine göre düşünülmelidir; her bir istismarın tanımlanması, her bir tanımın istismarına davetiye çıkarır. Birçok yalan, parayla satın alınabilir ve alçakça ifade birçok değişik amaçla “basın özgürlüğü” adı altında kendine kamuda yer bulabilir. Basının suistimal edilmesinin önüne geçmek için yasal olarak harekete geçilmemesi konusunda pratik bir varsayım vardır. Basın özgürlüğünün kanun yoluyla kısıtlanmasına karşı pratik bir varsayım vardır.”
Kendi kendine kurallar koyma birçok gazetecilik örgütünün mantrası haline gelmiştir. Bunu devletin müdahalesine engel olurken ifade özgürlüğünü korumanın anahtar araçlarından biri olarak görürler. Ancak özellikle Batı Avrupa olmak üzere birçok demokratik ülke her ne kadar basın konseyleri oluşturmuş ve basını ürkütmeyen etik ilkeler belirlemişse de, bu hesap verebilirlik sistemlerinin gerçek basın özgürlüğünün izin verdiği ataklığı, cesareti kırpacağına dair endişeler devam etmektedir. Şüpheciler için sorumlu olma, zararı sınırlama yönünde yapılan – görünüşte ülkenin iyiliğine ve toplumun huzuruna hizmet eden – çağrılar, gazetecileri ulusal güvenlik, ırksal ilişkiler ya da dini gerilimler gibi hassas konular üzerine araştırma yapmaktan alıkoyacak şekilde yorumlanma riskine sahip.
New York Times’ın eski yardımcı editörü Tom Wicker, Yazılmak Kaydıyla: İçeriden Birinin Gazetecilik Rehberi [On the Record: An Insider’s Guide to Journalism] adlı kitabında şunları yazıyor: “1971 yılında resmi ya da değil, basın etiği ilkelerinin Arthur Sulzberg’i gizli Pentagon belgelerini yayımlamaktan vazgeçirdiğini düşünün. Herhangi bir basın ilkesinin onu bu belgeleri yayınlamaya teşvik etmesi şüphelidir.” [Wicker şöyle devam ediyor:] “Bir gazetecinin dürüstlüğünün, onur duygusunun ve sorumlu olma arzusunun yerine hiçbir şey geçemez. Özel bir etik kurallar dizisi bu özelliklerden herhangi birisinin kötü bir alternatifidir. Kurallar birine dikkatli olmayı buyurur, seçenekleri sınırlar ve geleneksel aklı yardıma çağırır. Genellikle cesareti, risk almayı ve statüskoya meydan okumayı teşvik etmezler.”
Bazıları için gazetecilik çapulcuların işidir. Anthony Lewis, 2007 tarihli Nefret Ettiğiniz Düşüncenin Özgürlüğü: Birinci Maddenin Biyografisi [Freedom for the Thought We Hate: A Biography of the First Amendment] adlı kitabında London Times köşe yazarı Bernard Levin’den şu alıntıyı yapar: “Basının sorumlu olma görevi falan yoktur ve eğer böyle bir görev edinirse o gün özgürlük için iyi bir gün olmayacaktır. Bizler serseri ve kanun dışıyız ve öyle de kalmalıyız, ancak o şekilde yaşamamızı sağlayan inancımızı koruyabiliriz, ki bu inanç başkalarının aranmamasını istediği bilgiyi aramak ve yapılmamasını istediği yorumu yapmaktır.”
Yine de, her ne kadar ahlak polisleri özgür bir toplum için firardaki muhabirlerden daha tehlikeli olsalar da, basın özgürlüğü savunucuları ellerini öylece yıkayıp yollarına devam edemezler. Bir çok durumda, yukarıda bahsettiğimi bazı örneklerde gördüğümüz gibi, her yere nüfuz edebilen etik başarısızlıklar kültürü gerçekten gazeteciliğin şerefini tehlikeye atıyor ve medyanın bağımsızlığını tehdit ediyor. New Tork Times’ın eski yönetici editörü Bill Keller, News of the World skandalının arifesinde “Despotlar özgür bir basının yanlış davranmasını umut ederler” diye yazmıştı. “Dahası özgür bir hükümetin buna kötü tepki vermesine bayılırlar.”
Tartışmadan kaçmanın bir yolu yok. Teksas Üniversitesi’ndeki Gazetecilik için Amerika’daki Knight Merkezi’nin [Center for Journalism in the Americas] direktörü Rosental Alves 2010 yılında Uluslar arası Medya Desteği Merkezi tarafından basılan bir röportajda Bill Ristow’a şunları söylüyor: “Gazetecileri korumakla o kadar çok uğraşır olduk ki, bazen bizim ekiptekilerin karanlık taraflarını deşifre etmek ya da ortaya çıkarmak konusunda utangaç olduk.”
Basın özgürlüğü grupları etik bayrağını kendilerinden çalanların elinden – despotların ve ahlakçı gibi davrananların – çabucak geri almalı. Aidan White, “Etik, otoritelerin tehlikeli olan, daha fazla kontrol isteme eğilimlerinden kaçınmak için korunmalı,” diyor.
Belçikalı yazar Grevisse CPJ’ye “Etik sadece görevler ve yasaklar getirmez,” diyor,” aynı zamanda haklar da içerir ki gazeteciler kamuya karşı olan belirli sorumluluklarını alabilsinler.” Basın özgürlüğü aslen etik gazetecilik yapabilmek için bir önkoşuldur. BBC’nin dünya haberleri servisinin direktörü Peter Horrocks Ağustos 2013 yılında bir Afrika konferansında şunları söylüyor: “Etik bir şekilde haber yapabilmenin temel bir özelliği vardır: editöryel bağımsızlık.”
Basın özgürlüğü adına etik standartlar için mücadele etmek Robert Mugabes’i, Rafael Correas’ı ve Abdul Fettah el Sisi’yi rahatsız etmek ve onları gazeteciliğin saygınlığını azaltmak ve eleştirel gazeteciliği susturmak konusundaki mazeretlerden yoksun bırakmak için iyi bir yol.
CPJ’in üst düzey danışmanı Jean-Paul Marthoz Belçikalı bir gazeteci ve yazar. Le Soir için dış ilişkiler köşesi yazıyor ve Catholique de Louvain Üniversitesi’nde profesör