Türkiye’de Daha Bağımsız Bir Medya İçin Bir Umut Kırıntısı Oluştu

Nicole Pope

İstanbul’da Gezi Parkı’nda Mayıs 2013’te patlayan gösteriler sadece yeni ve kıpır kıpır bir Türk jenerasyonunu – şehirli, eğitimli, orta sınıf ve kendini duyurmaya kararlı – tanıtmadı, fakat aynı zamanda Türkiye’nin sindirilmiş medyasının onların taleplerini duyurmak konusundaki yeteneksizliğini ve isteksizliğini de deşifre etmiş oldu.

 

Türkiye’de Daha Bağımsız Bir Medya İçin Bir Umut Kırıntısı Oluştu

Nicole Pope

Taksim Meydanı’nın yanında kalan tek yeşil kamusal alan olan parka bir alışveriş merkezi yapılmasına engel olmak için barışçıl bir şekilde parkta oturma eylemi yapan grubu polis vahşi bir şekilde parktan attı. Polisin şiddetli müdahalesi diğer şehirlere de yayılan daha fazla protestoyu tetikledi.

Kargaşanın ilk gününde favori TV kanallarını açan izleyiciler protestolara dair ya hiç haber göremediler ya da çok a gördüler, onun yerine yemek programları ve talk showlar vardı. CNN International parktaki protestodan sahneleri tüm dünyaya izletirken, CNN Türk’te penguen belgeseli vardı. Bu belgeselin [yayınlanması] o kadar uygunsuzdu ki, bu deniz kuşu gençler için ulusal direnişin simgesi haline geldi ve öyle de kaldı.

Takip eden günler ve haftalar boyunca, gösteriler diğer şehirlere de yayılırken, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan protestocuları keskin bir dille çapulcu olmakla suçladı ve medya için atmosferi belirledi. Başbakan ayrıca yabancı komplo teorilerine de sövüp saydı, ülkedeki huzursuzluk için “faiz lobisini” ve Türkiye’nin başarısını kıskanan yabancı güçleri suçladı.

Avrupa komisyoneri Stefan Füle’nin dediği gibi medyanın “sağır edici sessizliği” hem hükümetin doğrudan baskısını açığa çıkarmış oldu hem de medya sahiplerinin demokrasinin bekçisi olma rolünü yerine getirerek karlı kamu anlaşmalarını kaybetme riskini almak konusundaki isteksizliklerini.

Gezi Parkı çatışmasının elbette bazı olumlu sonuçları da oldu, buna daha demokratik bir gelecek isteyen ve aniden harekete geçmek durumunda kalmış gençlik de dahil. Aynı zamanda Gezi Parkı bazı bağımsız-fikirli muhabirleri ve işlerinden kovulan köşe yazarlarını yeni, mütevazı ama bağımsız medya mecralarına geçmesine ve ülkenin ağzı burnu kapatılmış medyasına meydan okumasına da sebep oldu.

Bu bir gecede atlatılabilecek bir durum değil. Bağımsız bir medya kendi kendini idame ettiren ve hükümetten gelen bağışlara muhtaç olmayan bir ekonomik model bulmak zorunda ve Türkiye’nin az ama sesi yüksek çıkan basın özgürlüğü şampiyonlarının önünde siyasi ve sosyal olarak derin bir şekilde bölünmüş bir toplum var.

 

Gezi Parkı krizi büyüdükçe, toplumun ve haber medyasının kutuplaşması da derinleşti. Takvim gazetesi Christiane Amanpour ile “Kirli itiraf” başlıklı bir yalan röportajı manşetten yayınladığında bu durum yeni bir seviyeye geldi. Röportajda Britanyalı-İranlı ünlü muhabir (aynı zamanda CPJ’in yönetim kurulu üyesi) Türkiye’nin istikrarını bozmak için para aldığını söylemiş gibi gösteriliyordu.

Kurallarla sınırlanmamış habercilik nedeniyle, Türkler yüzlerini sosyal medyaya çevirdi, orada boşluğu dolduracak çok çeşitli fikirlere erişebiliyorlardı. O kadar çok sayıda insan sosyal medyaya ilgi duydu ki, Erdoğan Twitter’ı ve diğer sosyal medya mecralarını “toplumun en büyük baş belası” olarak adlandırdı. Birçok izleyici yüzünü aynı zamanda ana muhalefet partisi CHP’ye yakın duran ve yanlı olmaktan çok uzak olan Halk TV’ye döndü. Halk TV Taksim Meydanı’ndan ve diğer hareketli noktalardan canlı yayın yapıyordu.

Haftalar boyunca polis ülke genelinde sokaklara çıkan göstericilerle çatıştı. Toplamda 6 kişi öldü ve binlerce kişi yaralandı. Sahadaki muhabirler ve foto-muhabirler polis kalabalığı dağıtmak için biber gazı, tazyikli su ve plastik mermi kullanırken kasti olarak birçok kez hedef alındı. Bağımsız haber portalı Bianet Mayıs – Eylül 2013 arasında 153 gazetecinin darbelere maruz kaldığını ve 39’unun gözaltına alındığını hesapladı.

Ulusal medyanın içeriğine baskı uygulamakla yetinmeyen Türk yetkililer yönlerini yabancı basının temsilcilerine de çevirdi. 24 yaşındaki İtalyan gazeteci Mattia Cacciatori “toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefet etmekle” ve gözaltına direnmekle suçlandı. 2013 sonlarında dava hala devam ediyordu. Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek BBC muhabiri Selin Girit’I “yabancı ajan” olmakla suçlamak için Twitter’ı kullandı.

The Economist’in Türkiye muhabiri ve Taraf gazetesi köşe yazarı Amberin Zaman “Kabineden bir bakan beni Twitter’dan açık bir şekilde hükümete karşı yalanlar ve yanlış propaganda yaymakla suçladı,” dedi. Sosyal medyada düzenli olarak güncel bilgiler yazan ve polis şiddetini kınayan Zaman ve diğer gazeteciler, hükümeti savunan ve muhabirleri ölümle ve cinsel tacizle tehdit eden isimsiz trollerin kötücül kampanyasının hedefi haline geldi.

Türkiye yavaş yavaş, ara sıra yaşanan alevlenmelerle kesintiye uğrayan huzursuz bir sakinliğe kavuştu. Ama Gezi olayları Türk toplumu üzerinde devam eden bir etki yarattı, her nekadar medya üzerindeki baskı devam etse de. Türkiye Gazeteciler Sendikası Temmu ayında 22 gazetecinin kovulduğunu ve 37’sinin gösteriler sürerken aldıkları pozisyon nedeniyle istifaya zorlandığını duyurdu. Sabah gazetesinin eski ombudsmanı Yavuz Baydar gazetesinin Gezi olaylarındaki haberciliğini eleştirdiğinde ve 19 Temmuz’da New York Times gazetesinde yayınlanan bir makalesinde medyanın korkak oto sansürünü kınayınca işini kaybetti. Başka bir saygın yorumcu, Can Dündar 1 Ağustos’ta Milliyet’ten kovuldu.

Medya üzerindeki baskı birçok yıldır inşa ediliyor. CPJ’in yıllık hapis gazeteciler sayımına gore, 2013 yılında Türkiye İran ve Çin’in de önüne geçerek en çok gazeteci hapseden ülke olmuştu. . Birçoğu Kürt olan en az 40 gazeteci işleri nedeniyle hapiste tutuluyordu. Galatasaray Üniversitesi’nden Kitle Medyası ve İletişim dersi veren Ceren Sözeri “Hükümet baskısı en önemli konu,” diyor.

Geçişteki bir ülke olarak Türkiye son 10 yılda büyük ekonomik ve sosyal değişimler geçirdi. Reformlara rağmen halen demokrasi konusunda bir açık var. 2002 yılında iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi şu anda otoritesini, on yıllar boyunca ülkenin baskın gücü olan ordunun üzerine uygulamış durumda. Demokratik hakları öne çıkaran kuvvetli muhalefet partilerinin yokluğunda bu başarı iktidar partisinin ellerinde gücün aşırı derecede toplanmasına sebep oldu. 2011 Haziran ayında 3. dönemi de kazandığında Erdoğan otoriter ve toleranssız eğilimlerini serbest bıraktı.

Türkiye’nin ceza yasası ve devlet tarafından çizilen ideolojik sınırlarını koruyan terörle mücadele kanunu halen gazetecileri özellikle de Kürt olanları susturmak için kullanılıyor, fakat devlet baskısı Türkiye’de basın özgürlüğü önündeki tek engel değil. Türkiye’nin medya sektörünün siyasi ekonomisi hakkında TESEV tarafından 2011 de basılan bir rapor yazan Sözeri “Sahiplik meselesi başka bir konu, medya sahipleri ve editörler sıklıkla devlerin ideolojik düşüncelerini paylaşıyor,” diyor. Aynı sene Erdoğan ana akım medya mecralarının editörleri ile Kürt sorununu nasıl göreceklerinin sınırını dikte ettirmek için bir toplantı yaptı. Birçok gazeteci Erdoğan’ın isteklerine uydu.

Tarihsel olarak Türkiye’de medya ile devlet arasında güçlü bağlar hep olageldi. Cumhuriyetin erken yıllarında ve hatta Osmanlı’nın son dönemlerinde gazeteler devletin uygarlaştırma misyonunun birer aleti olarak görüldüler. Sonuç olarak saygın gazeteciler sıklıkla siyasete girdi ve milletvekili ya da hükümet yetkilisi oldu. Temmuz 2013’te, bu geleneğin devamı olarak Erdoğan eski Habertürk köşe yazarı ve televizyon sunucusu Yiğit Bulut’u baş danışmanı olarak seçti. Bulut yabancı güçlerin telekinezi kullanarak Erdoğan’ı öldürmeye çalıştığı iddialarıyla biliniyor. Diğer hükümet yetkilileri de gazetelerde köşe yazmaya devam ediyor.

Medya sahipleri ve hükümet seçkinleri arasındaki kötücül koalisyon temel olarak işle ilgili çıkarlara dayanıyor. Bu medyanın bir izleme kurulu gibi çalışmasına engel olarak Türkiye’nin demokrasisine zarar veriyor. Geçtiğimiz birkaç yılda medya mecrası hükümetin yakın arkadaşları gazete ve televizyon sahibi olduklarında değişmeye başladı, bazı durumlarda kamu bankalarından kredileri garanti ederek hükümet partisinin sektördeki etkisini ağırlaştırdılar. Fakat hükümeti destekleyenler tarafından sahip olunmayan gruplar dahi siyasi hassasiyetleri gözetmek zorunda. 2009 yılında Doğan Grubu rekor miktarda 2.5 milyar $ bir vergi cezasıyla tokat yedi, bu ceza ona Milliyet ve Vatan isimli iki gazeteyi sattırdı. Bu ceza geniş kesimler tarafından şirketi kısıtlamak için verilmiş siyasi bir ceza olarak görüldü, grubun amiral gemisi Hürriyet gazetesi hükümete eleştirel yaklaşıyordu.

Bir kaç istisna dışında ana akım gazeteler ve televizyonlar zarar eden işletmeler, fakat karlı kamu ihalelerine ve devlet anlaşmalarına kapılarını açıyorlar. Bu anlaşmaları tehlikeye atabilecek gazeteciler önlem olarak işten çıkarılıyor. Köşe yazılarının tonunu düşürmediği için Nisan ayında işten çıkarılmadan önce Habertürk’te haftada iki kez yazan Zaman “İki kez uyarıldım,” diyor.

Türkiye medyası raporunun yazarlarından Sözeri “Her medya sahibinin en az bir hidroelektrik santrali var,” diyor. “Tüm medya grupları kamu ihalelerinde yer alıyor ve inşaat ya da madencilik anlaşmaları kazanıyor.” 1994’te medya sahiplerinin kamu ihalelerine girmelerini yasaklayan bir kanun çıkmıştı, fakat medya gruplarının yoğun lobisi ile 10 yıldan az bir süre sonra kanun kaldırıldı. Belirli bir düzeyde sadakat devlet şirketleri tarafından dağıtılan ilanlarla da sağlanıyor.

 

Doğrudan siyasi baskı ile medya patronlarından beklenen meslek ilkeleri arasına sıkışan gazeteciler kırılgan durumdalar. Işsiz kalma korkusu ve siyasi kutuplaşma beraber hareket ederek mücadele etmekten onları bugüne kadar alıkoymuş durumda. İstanbul Bilgi Üniversitesi Medya Okulu’nun başındaki Aslı Tunç “Sektörde dayanışma duygusu yok, çünkü gazetecilerin kaybedecek çok şeyi var,” diyor. “Sektör iyi muhabirliğe yatırım yapmıyor, yorumculuğa yatırım yapıyor.” Medyada bilgi ve kanıt toplayan muhabirlerin haklarının ödenmediği ama büyük isimli yorumcuların çok büyük paralara çalıştığı bir kast sistemi işliyor. Zaman “Bazı köşe yazarlarına önerilen yan gelirler emsalsiz ve yazmalarına izin verilen aralığın sıklığı onlara büyük bir güç bahşediyor,” diyor.

İyi maaşlı pozisyonlarını korumak için yönetimde olanlar medya sahiplerinin ihtiyaçlarına gore tonlarını iyi ayarlamak zorundalar. Sözeri, “Eğer genel yayın yönetmeni olacaksanız, sahibin davranışlarını anlamak, yatırım portfolyosunu ve hükümetten beklentilerini bilmek medya endüstrisinde kalifiye olmaktan daha önemli,” diyor.

Gezi fiyaskosu gazetecilerin işlerini yaparken ne kadar çok taraflı zorluklarla karşılaştıklarını ve bağımsız gazetecilik kültürünün olmadığını ortaya koydu. Tunç, “Gezi ve medyanın bir kaç iyi özelliğinden biri sahiplik yapısının tartışılmaya başlanması oldu. İnsanlar durumun farkına vardılar,” diyor. “İlk defa medya çalışanları da tepki gösterdi. Örneğin NTV’de kameramanlar protestolarda işlerini bıraktılar ve dışarı çıkıp protestolara katıldılar.”

Medyanın Gezi Parkı’ndaki başarısızlığı insanları yeni arayışlara yöneltti ve odağı güçlü editoryal içeriğe önem veren küçük mecralara yöneltti. 2099 yılında bağımsız habercilik yapabilmek için kurulan bir internet haber sitesi olan T24’ün genel yayın yönetmeni Doğan Akın “Güçlü bir tepki vardı çünkü ilk kez sorunlar bu kadar çıplak bir şekilde ortadaydı,” diyor. “Bizim için bu bir fırsattı. Gezi olayları sırasında tıklanma sayımız dört katına çıktı. Şu anda günlük ziyaretçi sayımız 80 bin ile 120 bin arasında.”

Kısıtlı bir bütçe ile çalışan T24 genç muhabirleri iyi haber üretmek konusunda eğitiyor. Sitede yorum yazıları yazan deneyimli gazeteciler ise genellikle bu katkıları için para almıyor. Tunç “İlhama ihtiyacımız var,” diyor. “Sahtekarlardan ve kötü niyetlerden bıktık. Bu tür platformların sayısı artmalı.” Fakat her ne kadar bu alternatif kaynaklar büyüyorsa da, çalışanlarına düzgün bir ücret ödeyebilecekleri uygulanabilir bir iş modeli geliştirmek durumundalar.

T24 genişlemesini desteklemek için bir okuyucu fonu oluşturdu ve 100.000 Türk Lirası’ndan ($50.000) fazla parayı Ekim 2013’te kitlelerin sağladığı fonla toplayabildi – bu Türkiye’de bir ilk. Akın ve çoğunluğu T24’e katkı sunan birkaç saygın gazeteci kısa bir süre önce Punto24’ü kurdular. Punto 24: Bağımsı Gazeteciler Platformu etik ve editoryal standartları ilerletmeyi amaçlıyor. Diğer kurucular arasında Mart 2013’te Milliyet’ten kovulan usta köşe yazarı Hasan Cemal ve Taraf gazetesinin eski yardımcı genel yayın yönetmeni olan ve askeri koruyan bağışıklık örtüsünün kalkmasında ve bağımsız yayıncılıkta öncü rol oynayan Yasemin Çongar da var.

Gezi Parkı’ından sonraki dönemin Türk medyasında, hali hazırdaki vahim durumuna rağmen hızlı ve önemli değişiklikler yaratmasını çok az insan bekliyor. Akın “İnsanlar romantik değerlendirmeler yapıyor, fakat gerçekte halen aynı çarpık yapıya sahibiz. Bir şeylerin hızlıca ve ciddi şekilde değişmesini beklemek fazla iyimser olur,” diye uyarıyor. “Bizim için, gerçekten alternatif olabilmek için, standartlarımızı iyileştirmek için ilerlememiz lazım. Sadece o zaman bu yeni yapı eskiye meydan okuyabilir.”

Zaman, “Genel beklentileri demokrasi kültürünün tamamından ya da Türkiye’deki eksikliğinden ayrı tutamazsınız,” diyor. “Türkiye’de araştırmacı gazeteciliğin hakkı verilmemiş durumda, çünkü medya sahipleri tarafından kendi güçlerini artırmanın bir aracı olarak görülüyor.” Son [Gezi] olaylar gösterdi ki gazeteciler birleşmeyi başaramadığı sürece siyasi baskıya karşı kırılgan olacaklar. Toplumu bölen sosyal ve siyasi farklılıklar medya mensupları arasında da aynı derinlikte var, bu da topluca hareket etmeyi önlüyor. Zaman “Gezi, var olan pozisyonların yeniden hizalanmasını ve daha da sertleşmesini getirdi,” diyor. 2014 ve 2015 yılında gerçekleşecek üç seçimle beraber – yerel, genel ve cumhurbaşkanlığı – bu bölünmelerin kısa süre içinde bir araya gelmesi mümkün görünmüyor.

Fakat Gezi aynı zamanda yeni bir neslin gelmekte olduğunu da ortaya koydu. Bu nesil dünyaya ve kültürel farklılıklara çok daha açık. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden Tunç “Karamsar değilim çünkü genç insanlarla çalışıyorum,” diyor. “Sabırlı olmalıyız, bu zaman alacak. Fakat bu eski kafalı mantık devam edemez. Genç insanlar becerikliler. Yenilikçiler.”

Sözeri’nin işaret ettiğine göre Gezi jenerasyonu temelde reklamcıların hedef kitlesini oluşturan grup: eğitimli, rahat bir hayat isteyen her şeyi iyi yapmaya çalışan tüketiciler. Sözeri, “Ana akım medya okuyucularını izleyicilerini kaybedebileceğini fark etti,” diyor. “Gezi’den bu yana gazetelerin tirajı düştü, televizyon kanalları da kötü etkilendi.”

İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi halen ülkedeki hakim güç, fakat [Gezi], Türkiye’de uzun süre egemen olmuş paternalistik ve otoriter yönetim biçimine karşı özellikle gençler arasında büyüyen bir direniş olduğunun işaretini verdi. Şu anki halleriyle ana akım medya onların beklentilerini karşılamıyor. Zaman “Gezi bizlerin farkında olmadığı kocaman bir toplumsal dilimi ortaya çıkardı. Siyasi tutum alma konusundaki yeterliliklerini gösterdiler ve artık beklentileri daha fazla olacak,” diyor. “Bu da demek oluyor ki medya ya toptan bir değişime gidecek ya da ölecek.”

Nicole Pope İstanbul’da yaşayan İsveçli bir gazeteci. 15 yıl boyunca Le Monde’un Türkiye muhabiri idi ve şu anda köşe yazarı ve bağımsız araştırmacı olarak çalışıyor. Pope 21. Yüzyılda Namus Cinayetleri adlı kitabın yazarı ve Çıplak Türkiye: Modern Türkiye’nin Kısa Tarihi adlı kitabın da yazarlarından.


More On
Tags
Also Available In
 




Exit mobile version