Barış görüşmeleri olumlu ancak Türkiye’de basın özgürlüğü halen tehdit altında

Özgür Öğret/CPJ İstanbul Muhabiri

Türkiye devleti ve Kürt isyancılar arasında barışın gerçekleşmesi umudu bugün gerçeğe dönüşmeye her zaman olduğundan daha yakın. 30 yılı aşkın bir süredir devam eden ihtilafın çözüme kavuşturulması Türkiye’nin sahip olduğu dünyanın en kötü gazeteci zindancısı konumuna da etki edebilir. CPJ araştırmaları Türkiye’de hapisteki gazetecilerin dörtte üçünün Kürt medyası mensupları olduğunu gösteriyor.

İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) ve yasadışı Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) hapisteki lideri Abdullah Öcalan arasındaki diyaloğun sonuç verdiği, Diyarbakır’da 21 Mart günkü Nevruz kutlamalarında Türkiye’deki silahlı PKK güçlerinin geri çekilme sürecinin başladığının duyurulmasından anlaşılıyor. AK Parti ve Kürtlerin Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) arasındaki diyalog da sürmekte. Milliyetçiler, ulusalcılar, radikal sol ve ana akımın bazı kesimleri dışındaki siyasi partilere ve sivil toplum kuruluşlarına bakılırsa, halktan da barışa güçlü bir destek var. Bu diğer grupların meclisin üçte birini oluşturmaları hala aşılacak bir mesafe olduğunu gösteriyor.

Hapisteki Kürt gazetecilerin çoğu PKK ve Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) gibi yasadışı organizasyonların üyesi olmak ya da propagandasını yapmaktan dolayı yargılanıyor veya mahkûm olmuş durumdalar. Türkiye’nin muğlak terörle mücadele kanunları sayesinde yetkililer muhalif ya da partizan gazeteciliği (ister yasadışı grupları övüyor isterse de sadece haber veriyor olsun) terör örgütü üyeliğiyle bir tutabiliyorlar. Gazetecilerin şiddet içeren eylemlere karışmamış olması önemsenmiyor. Yetkililer ayrıca gazetecileri “örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemekten” de mahkûm etme şansına sahipler. Bir diğer deyişle, gazetecilerden STK üyelerine, siyasi parti mensuplarına kadar herkes, eğer yasadışı bir örgütün yakınından bile geçmişlerse mevcut yasalar yetkilikler için hepsine karşı kullanabilecekleri bir sopa.

CPJ’in de aralarında yer aldığı gruplardan gelen uluslarası baskı sonrasında Türkiyeli yetkililer terörle mücadele yasalarını değiştirmek üzere belli adımlar attılar. Son olarak Dördüncü Yargı Paketi olarak bilinen değişiklikler meclis gündemine getirildi ancak konuya dair haberler muhalifler ve muhalefet partilerinin hükümetin önerilerini yetersiz bulduğu görülüyor. İfade özgürlüğü savunucuları ise “terörist” terimi için daha net bir tanım bekliyorlardı.

Diyarbakır Baro Başkanı Avukat Tahir Elçi, CPJ’e yaptığı açıklamada kanun tekliflerinin yetersiz olduğunu ve yargıçların takdirine çok fazla alan bıraktığını söyledi. Pakette gazetecilerin şiddet içeren eylemler gerçekleştirmeseler dahi silahlı organizasyon üyeliğiyle suçlanmalarına dair kanun için bir değişiklik olmadığını da ekledi. Elçi ayrıca CPJ’e mahkemelerin sanığın şiddeti övüp övmediğine dikkat etmesini gerektirecek, propaganda suçlamalarına dair yeni tanımın olumlu olduğunu söyledi ve ekledi: “bu aynı zamanda mahkemelerin uygulamada bu yasayı nasıl yorumlayacağına da bağlı. Mahkemelerin bu tip düzenlemeleri genelde çok dar kapsamlı yorumladıklarını biliyoruz.”

Kanun paketine yönelik eleştirilere yanıt veren Adalet Bakanı Sadullah Ergin ise amacın Türkiye ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi arasındaki uyumsuzlukları gidermek olduğunu, paketin barış süreciyle ilgili olmadığını söylemişti.

Bu arada, Türkiye’deki bazı gazetecilerin Kürt sempatizanı olmaktan dolayı değil, devlete karşı işlendiği iddia edilen başka suçlamalarla hapiste olmaları Kürt ihtilafının çözülmesinin Türkiye’deki basın özgürlüğü problemlerinin tümünü hiçbir şekilde çözmeyeceğine işaret ediyor. Türkiye’nin meşhur Ergenekon davasına bakan İstanbul Mahkemesi 18 Mart günü savcılık makamının esasa dair mütalaasını dinledi ki, bunu ABD hukuk sistemindeki kapanış konuşmalarına benzetebiliriz. Savcılar 64 sanık için en yüksek ceza olan ağırlaştırılmış müebbet istediler; bunlara Cumhuriyet köşe yazarı Mustafa Balbay ve ulusalcı internet sitesi Odatv ile ilişkisi sebebiyle tutuklanan Yalçın Küçük dâhil. Eski Aydınlık Genel Yayın Yönetmeni Deniz Yıldırım ve eski Ulusal Kanal Genel Yayın Yönetmeni Turhan Özlü’nün de aralarında bulunduğu pek çok diğer sanık içinse 7,5 – 15 yıl arası ceza istendi. Bu daha düşük cezanın hakkında istendiği pek çok gazeteciye yöneltilen suçlamalar doğrudan meslekle ilintili: başbakan ve diğer politikacıların yasadışı kaydedilmiş telefon konuşmalarını yayımlamak.

Yine geçen ay polis tarafından gözaltına alınan Kaan Ünsal yasadışı bir örgüt üyesi olmaktan dolayı tutuklandı; Edirne’de hapis tutuluyor. Yetkililerin yasadışı Devrimci Halkın Kurtuluş Partisi-Cephesi (DHKP-C),yayın organı kabul ettiği solcu bir dergi olan haftalık Yürüyüş dergisi için çalışan Ünsal, daha önce de bu organizasyona yardımcı olmakla ilgili suçlamalardan 18 ay hapis yatmıştı. Organizasyonun şiddet içeren eylemleri son dönemlerde haberlerde yer bulmakla birlikte, Ünsal bunlardan birine katılmakla suçlanmıyor. Aslında henüz hakkında iddianame bile yazılmış değil ve ne zaman mahkemeye çıkacağı belirsiz. Avukatı Aycan Çiçek CPJ’e yetkililerin müvekkiline karşı getirdikleri tek delilin, daha önce de olduğu gibi, gazetecilik faaliyeti olduğunu söyledi.

Türkiye’de basın özgürlüğü bakımından hayal kırıklığı yaratan bir diğer gelişme ise Mart ortasında Anayasa Mahkemesi’nin başbakanlık makamına “olağanüstü durumlarda” ve “milli güvenliğin açıkça gerekli kıldığı hallerde” medyayı geçici olarak sansürleme yetkisi vermesiydi. Yasaya göre, başbakan veya atayacağı bir bakan, savaş, terörist saldırı ve doğal afet gibi milli güvenliği ilgilendiren konularda, mahkeme kararında belirtildiği üzere, “kamu düzeninin ciddi şekilde bozulmasının kuvvetle muhtemel olduğu durumlarda” yayın yasağı getirebilecek.

Son olarak, ancak diğerleri kadar önemli bir diğer gelişme ise bir günlük gazetenin Şubat ayında Öcalan ve üç BDP vekili arasında İmralı Adası’ndaki hapishanede yapılan görüşmenin sızan tutanaklarını yayımlamasından sonra uğradığı saldırılardı. Milliyet gazetesi 28 Şubat günü barış süreci ve onunla alakalı kişi ve gruplarla ilgili tartışmalar içeren görüşmeyi detaylı olarak yayımladı. Tepkileri ikiye ayrılıyordu: basın özgürlüğü savunucuları ve AK Parti iktidarının muhalifleri haberi bir gazetecilik başarısı olarak kutlarken AK Parti destekçileri başta olmak üzere bazı diğerleri ise Milliyet‘i barış sürecine zarar vermekle suçladılar.

Eleştiriye tahammülsüzlüğüyle tanınan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 2 Mart günü Milliyet aleyhine açıklamalarda bulundu. Haber servislerinin bildirdiğine göre Erdoğan “dedikodu, söylenti, sabotaj, provokasyon” yorumlarından sonra ekledi: “Her zaman söyledim. Bir kısım medya hiç bir zaman yanımızda olmadı… Devlet yönetmek başka bir şey, gazete yapmak farklı bir şey. Eğer bu ülkeye bu millete zerre kadar sevdanız varsa şu çözüm sürecine katkıda bulunmak istiyorsanız böyle bir haberi atamazsınız; atmamanız gerekirdi. Bu süreç hassas bir süreç… Eğer böyle gazetecilik yapacaksan, batsın senin gazeteciliğin.” Milliyet Erdoğan’ın yorumlarını “Erdoğan’dan önemli açıklamalar” başlığıyla verdi.

İnternet haber sitesi Gerçekgündem‘in iddiasına göre başbakan Milliyet’in sahibi Erdoğan Demirören’i arayıp gazeteden ve yönetiminden rahatsızlığını belirtti. Gazeteyi 2011’de satın alan Demirören, Genel Yayın Yönetmeni Derya Sazak ile bir tartışma yaşadı ve bu Sazak’ın ofisini toparlamasıyla sonuçlansa da ertesi gün geri döndü.

Gerçekgündem’e göre Erdoğan Milliyet köşe yazarlarından Can Dündar ve Hasan Cemal’in kovulmalarını talep etmişti. Dündar yazılarına devam etti ama Cemal, Milliyet‘e göre iki hafta “izne çıktı.” Daha sonra 18 Mart günü Cemal Erdoğan’ın Milliyet‘e uyguladığı baskı ile ilgili bir yazı yazdı ve yayımlanmayınca istifa etti. Genel Yayın Yönetmeni Sazak, 25 Mart günü kendi köşesinde Cemal’in yazısını yayımlamamanın sorumluluğunu üzerine aldı: “Kürt meselesinin çözüm süreciyle medyada yüzyıllık kavram olan ‘sermaye yapısı’ tartışmasının herhalde zamanı değildi! Yazıyı basmadığımdan sayın Demirören’in sonradan haberi oldu! Hasan Cemal, o yazıda ısrarın gazeteyle ‘vedalaşmak’ olacağını biliyordu.” Sazak, Cemal “ne zaman isterse” işine dönebileceğini de söylemişti.

Başbakanın baş danışmanı Yalçın Akdoğan 21 Mart günü CNNTurk televizyonuna verdiği röportajda hükumetin gazete personeliyle ilgili herhangi bir kararda etkili olduğu iddiasını yalanladı. “Sayın Başbakanımız dobra dobra konuşan biri. Eğer bir şeyin ülkenin faydasına olmadığını düşünüyorsa çıkıyor zaten eleştiriyor” dedi. Akdoğan’a göre, İmralı tutanaklarının yayımlanmasından sonra hükumet Milliyet ile temas kurdu ancak kimsenin kovulması istenmedi. Akdoğan: “Böyle bir şey bugüne kadar olmamıştır, bugünden sonra da olmayacaktır” dedi.

Her ne olmuşsa olsun, Erdoğan’ın eleştiriye tahammülsüzlüğü ve medyanın işleyişine müdahale eğilimi iyi biliniyor. Ülke gelişimci bir yolda ilerliyor ancak atılan adımlar çok yavaş ve selektif. Eğer politikacılar ve pek çok diğer kişi ve kurum basın özgürlüğüne yönelik tutumlarını değiştirmezse hiçbir barış görüşmesi veya yasal reform ülkenin tam potansiyeline ulaşmasına kâfi gelmeyecek.