Türkiye medyasının Taksim haberleri: hatalar ve tehditler

Jean-Paul Marthoz (Özgür Öğret ve CPJ Kadrosunun katkılarıyla)

Taksim Meydanı protestolarının işlenişi Türkiye ana akım medyasının bir bölümünün tarihine gururla anılacak bir şekilde geçmedi. Önceki hafta polis protestocuları dövüp gaz sıkarken CNNTürk penguen belgeseli, Habertürk ise akıl hastalıklarına dair bir program yayınlıyordu.

Önde gelen haber kanallarından bir diğeri olan NTV’nin yayın araçlarından biri halkın medyaya olan öfkesinin bir sonucu olarak Taksim Meydanı’nda tahrip edildi; kanal da yayınları için özür dilemek durumunda kaldı. Doğuş Yayın Grubu CEO’su Cem Aydın 300 kadar çalışanıyla yaptığı bir toplantıda eleştirilerin çoğunun haklı olduğu itirafında bulundu. Aydın “İzleyicilerimiz ihanete uğramış gibi hissetti” ve “insanlar haber almak istediklerinde bunu bizden almalıdır çünkü aksi takdirde büyük bir bilgi kirliliği yaşandığını görüyoruz” ifadelerini kullandı. CEO, bunu işlerini daha iyi yapmak ve izleyicilerin güvenini yeniden kazanmak için bir fırsat olarak değerlendirecekleri sözü verdi. Gerçekten de, bunu izleyen günlerde hükumet ile sıkı bağları olmayan kanalların çoğu olayları işleyiş biçimlerini iyileştirdiler.

Türkiye’nin yüksek düzeyde kutuplaşmış atmosferinde basın genellikle kökten yerleşmiş ve değişken ideolojik cephelerin bir parçası olarak görülüyor. Haber organları genelde “düşmanın silahları” olarak kabul ediliyor ve bu yüzden de gazetecileri, yayın araçları, binaları öfkeli ve kindar göstericilerce meşru hedef sayılıyor. Bu kutuplaşma aynı zamanda gazeteciler arası dayanışmayı baltalayıp yetkililer basın özgürlüğünü tehdit ettiklerinde mesleklerine sahip çıkmak için birlikte davranma kapasitelerini zayıflatıyor.

Gelgelelim, Türkiye’de medya cepheleri sadece basit ideolojik partizanlıkla oluşmuyor. Önde gelen düşünce kuruluşlarından TESEV’in “İktidarın Çarkında Medya” adlı ezber bozan raporunda açığa vurulduğu üzere, Türkiye medya sektörü en azından son yirmi yılda hem özel kanalların yaygınlaşmasıyla özgürleşme, hem de medya devlerinin oluşmasıyla üniterleşme içeren yoğun bir süreçten geçmiş.

Bu çapraz sahiplik süreci medya ve medya dışı çıkarları aynı holding bünyesinde birleştirdi; özellikle de telekomünikasyon, bayındırlık işleri, turizm ya da enerji gibi devlet iltimasına büyük ihtiyaç duyan sektörlerde.

“Çeşitli ekonomik sektörlerde çıkarları olan şirketler genellikle hükümet sözleşmeleri ve düzenlemelerine bel bağlamaktadır.” Max Hoffman ve Michael Werz’in hazırladıkları, yakın zaman önce çıkan bir Amerikan Gelişim Merkezi raporu böyle diyor ve devam ediyor: “bu da siyasi eleştiriyi sınırlamalarının istendiği ya da bu yönde baskı uygulandığı durumlara yol açar; yoksa mevzubahis çıkarlar ve kontratlar tehlikeye girebilir.” Pek çok gazeteci hükumete getirdikleri eleştirilerin dozunu yumuşatması talimatı aldıklarını ya da bu tip endişeler yüzünden köşe yazılarının yayınlanmadığını ifade ettiler. Bu baskı, devlet yetkililerinin medya sahiplerine uyguladığı doğrudan baskıdan ve işlerinden olmaya korkan editörler ile diğer gazetecilerin uyguladıkları otosansürden doğuyor.

Protesto eylemlerinin bazı önde gelen medya organlarınca acınacak bir şekilde işlenmesi, eski AB Ankara büyükelçisi Marc Pierini’nin “Türkiye’de Basın Özgürlüğü” adlı raporunda şirketler içindeki sansürü ortaya koyan ve ispatlayan bir dizi vaka ile öngörülmüştü. Pierini, “Şirketlerin diğer sektörlerdeki karlarını en üst düzeye çıkarma güdüsüyle tanımlanan bir medya sektörü, esas görevi olan devleti denetleme ve dengeleme alanlarında büyük zorluklarla karşılaşmaya mahkûmdur” demişti.

Türkiye medya yapılanmasının detaylı bir profilini yazan Le Monde İstanbul muhabiri Guilaume Perrier, medya patronlarının hükumetin isteklerine boyun eğdikleri en berbat ve belirgin olayları listeledi. “Uzun zamandır Milliyet gazetesinde köşe yazarlığı yapan Hasan Cemal, Recep Tayyip Erdoğan ile Kürt meselesi üzerine geçen bir çatışmanın ardından kovuldu” diye yazan Perrier, “Haftalık İngiliz dergisi The Economist’in muhabirlerinden Amberin Zaman bir hükumet üyesinin baskısı ile Habertürk’ten ayrılmak zorunda kaldı” diye ekledi.

Hükumetin medya şirketlerini hizaya gelmeleri için zorlamakta hiç tereddüdü yok. Eski Kemalist rejime ve askeri yapılanmaya yakın ve Erdoğan hükumetine çok eleştirel bir yapıdaki dev Doğan Grubu, 2009’da yıkıcı bir vergi cezasıyla hedef seçildi ve Milliyet ile Vatan gazeteleri gibi bazı önemli medya organlarını satmaya zorlandı. Bir diğer büyük medya grubu olan Sabah, Erdoğan’ın damadının ortak olduğu Çalık’a satıldı.

Bu iş anlaşmaları çoğulculuğu kısıtladı, hükumet yanlısı medyanın alanını genişletti ve sektörün ger kalanına ürkütücü bir mesaj yolladı: Uslu olun, eleştirilerinizin dozunu yumuşatın, yoksa sonuçlarına katlanırsınız.

Devletin patronlara gözdağı verme kapasitesi, gazetecilerin haber verme ve yorum yapma hakları için büyük bir tehdit. Otosansürün yayılması halkı önemli bilgilerden mahrum bırakır. Aynı zamanda gazetecileri iktidarın işbirlikçisi ve stenografları gibi görünmesini sağlayarak onları tehlikeye atar. Aslına bakarsanız, son olayların gösterdiğine göre, Türkiye medya yapılanması ve devletle olan ilişkisi basın özgürlüğünü tanımlamak için en az silah gibi kullanılan yasalar ve yargı reform paketleri kadar etkili olacak.

Türkiye’nin ana akım medyası bir yol ayrımında: halkı kendilerinden daha da uzaklaştırma riskini alıp iktidarla sıkı fıkı olmak ile gazetecilik görevlerini yapıp muhtemel rantabl devlet işlerini alamamak arasında seçim yapmak durumundalar. Washington Post’un eski yayıncısı Eugene Meyer’in dediği gibi: “Gerçeklerinin peşindeki bir gazete kamu yararı için gerektiğinde maddi servetinden fedakarlık yapmaya hazırlıklı olmalıdır.”

Başbakan Erdoğan da bir yol ayrımında. Protestolar, haberleştirilme biçimi ve polisin tepkisi sayesinde Türkiye’de medya ve basın özgürlüğü gündeme geldi. Hükumet bir karar vermeli: özgür, bağımsız ve yasaksız gazeteciliği iktidarına bir tehdit olarak mı kabul ediyor yoksa modern ve enerjik bir demokrasinin temel sütunlarından biri olarak mı? Vereceği karar ülkenin geleceği ve saygınlığını önemli ölçüde belirleyecek. Tüm dünya izliyor.

[İstanbul ve Brüksel’den bildirildi]

Uzman CPJ Danışmanı Jean-Paul Marthoz, Belçikalı bir gazeteci ve yazardır. Le Soir’in dış ilişkiler köşe yazarı olan Marthoz, ayrıca Université catholique de Louvain bünyesinde gazetecilik profesörüdür.