Türkiye’nin Basın Özgürlüğü Krizi

Doğruyu Söylemenin Onuru

Nuray Mert

Ben Türkiye’de muhalif olma talihsizliğine sahip olanlardan biriyim. Benimkinin en büyük talihsizlik olduğunu iddia etmiyorum – Türkiye’de birçok kişi farklı hükümetler ve politikalar döneminde, ama benzer bir otoriterlik altında yıllar boyunca eziyet gördü. Doksanlı yıllarda insanlar tam bir cezasızlık ortamında hapsedildi, işkence gördü ve öldürüldü.

Durum şimdi böyle değil. Zaman değişti ve umuyorum ki o karanlık günlere bir daha geri dönmeyeceğiz. Ama içinde bulunduğumuz vaziyetin de büyük bir gelişme olduğunu söyleyemeyiz. Bugün, Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) ordunun hegamonyasını ortadan kaldırdıktan sonra, artık “ileri demokrasi”de yaşadığımız söyleniyor. Oysa bu tanımın altında AK Parti, daha hafif biçimde ve farklı usullerde otoriter politikalar üretiyor. Ben böylesi politikaların son kurbanlarından biriyim.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Mayıs 2011’de Konya’daki seçim kampanyası mitinginde yaptığı konuşma sırasında beni hedef aldıktan sonra, TV programım aniden yayından kaldırıldı. Ertesi gün tüm gazeteler Başbakan’ın bana saldırdığını yazıyordu.

Soyadımı kullanarak kelime oyunu yaptı; “Mert” sıfatından hareketle bana “namert” dedi. O zamandan beri bu sıfatlar Türkiye’nin siyasi söyleminin popüler bir parçası oldular. O zamandan beri yalnızca AK Parti yandaşlarından değil, Başbakan’ın bana yönelik suçlamalarını bir milli mesele olarak gören her tür milliyetçiden gelen nefret mesajlarına ve her türlü suçlamaya maruz kalıyorum.

Hepsi Mayıs ayında Avrupa Parlamentosu’nda Kürt meselesi ve Dersim Katliamı ile ilgili konuşma yapmamla başladı. Hükümetin Kürt politikalarının güvenlik odaklı eski politikalardan çok da farklı olmadığını söyleyerek eleştirdim. Kürt bölgesinde inşaatların bile zorla yapıldığını söyledim. “Teröristlerden korunmak için sınırlarda baraj yapıldığı”na dair haberlerden alıntı yaptım. AB Parlamentosu’na geçmişle kesin bir parallellik kurmak mümkün olmasa da Dersim Katliamı’ndan önce devletin askeri operasyonlar sırasında kullanmak için yollar ve köprüler yapmış olduğunu hatırlattım. Durum değişmiş olsa da devletin güvenlik merkezli politikalarının değişmediğini söyledim.

Sonradan bazı AK Parti yanlısı köşe yazarları benim açıklamalarımı “hükümete karşı kara propaganda” olarak tanımladı ve Başbakan da Konya mitingine katılan ve televizyondan izleyen milyonlarca Türk’ün önünde bana saldırmaktan çekinmedi.

Türkiye son derece milliyetçi bir ülke ve ben o günden beri kendimi güvende hissetmiyorum. Başbakan’ın Konya’da bana yönelik şahsi saldırısı benim Türkiye’de bir muhalif olarak duruşumda belirleyici bir nokta oluşturdu, ama bu yeni bir şey değildi. Uzun zamandır hükümeti eleştiriyordum ve özellikle 2009 sonlarında benimle yapılan bir röportajda “sivil hükümet etiketi altında baskıcı politikaların artmasından endişelendiğimi” söyledikten sonra düşman muamelesi görmeye başladım. O zamanlar başka şeylerin yanı sıra “askeri darbeye zemin hazırlamak”la suçlanıyordum; üstelik 15 yıldan fazladır Müslümanların hak ve özgürlük taleplerinin ateşli bir savunucusu olduğum gerçeğine rağmen. Duruşum yüzünden her türlü baskıya maruz kaldım ve o zamanlar İslamcılığı desteklemekle suçlandım.

Şimdi geçmişte tam destek vermekten çekinmediğim aynı insanlar tarafından “Kürt teröristleri” desteklemekle suçlanıyorum. Son olarak haftada üç gün yazı yazdığım Milliyet gazetesindeki işime “ara vermem” söylendi. Bu beklenmedik bir durum değildi -medya patronlarının şirketleri için kaygılandıklarını biliyorum ve Başbakan Erdoğan onlara yazarlarına “çeki düzen vermeleri” için alenen baskı yapıyor.

Başbakanın sözlü saldırısından beri medyada istenmeyen insan oldum: TV programcıları beni programlarına konuk olarak çağırmaya korkuyorlar. Dürüst olmak gerekirse bu bana yıllarca medyada görünür olmanın ardından dinlenmek için fırsat verdi. Ama bugünlerde giderek daha da komikleşmeye başlayan siyaset tartışma oyunundan dışlanmış olmaktan dolayı kendimi rahatlamış hissetsem de ülkemin geleceği için çok kaygılanıyorum.

Şahsen kendimi birçok yönden baskı altında hissediyorum: nefret dolu, cinsiyetçi e-postalar alıyorum; seyahat ettiğimde bavulum esrarengiz biçimde didik didik kurcalanıyor; özel telefon konuşmalarım dinleniyor ve içerikleri bazen web sitelerinde ve gazetelerde benim yasadışı Kürt örgütü KCK ile sözde bağlantımın “kanıtları” olarak yayınlanıyor. Şu an bana karşı açılmış olan, sadece bir tane önemsiz bir soruşturma olsa da, her an tutuklanmaktan korkuyorum ve özel hayatıma ve siyasi haklarıma yönelik böylesi ihlaller karşısında çaresiz hissediyorum.

Başıma gelenlerde olumlu bir yan varsa, o da bu sayede giderek yükselen otoriter politikaların baskısını yenmekteki kararlılığımın artmış olması. Ben ne mazoşistim, ne de kahraman, ama bu deneyim değerlerimi ve ideallerimi yeniden keşfetmeme yardımcı oldu. Son derece katı laik bir aileden ve çevreden gelen – ve Müslümanların haklarını savunan- biri olarak, doksanlı yıllarda bir muhaliftim. O zamanlar görüşlerim için ödediğim bedel sosyal dışlanmaydı. Şimdi ise çok iyi bir kariyer ve başka şeyleri kurban etmek zorunda kalarak, siyasi ve etik değerlerin benim için ne kadar kıymetli olduğunu keşfetme şansına sahip oldum. Bu süreç yalnızca özsaygımı arttırmakla kalmadı; beni doğru bir davayı desteklediğimi bilerek şu an çok daha mutlu olduğuma ikna etti. İnanın bana bu bir maceracılık ya da siyasi romantizm değil – ikisi de baskıcı dönemlerin sınavından geçemezdi. Bu bir onur meselesi.

Nuray Mert İstanbul Üniversitesi’nde doçent. Yazar yorumcu olarak tekrar çalışmaya başladı. İngilizce basılan Hürriyet Daily News gazetesinde haftada bir kez köşe yazıyor ve İMC TV‘de haftalık bir siyaset programı olan “Gündem Müzakere’de” yer alıyor.

(Fotoğraf: Reuters)

2. Bölüme git >>
<< İçindekiler listesine git